Küçük Hacı Ağa
KÜÇÜK HACI AĞA / KÜÇÜK HACI KİYA
Bir güz ayında bir kuşluk vaktiydi. Karayusuflu köyünün bir bağırmalık doğusunda, Kaplanlı adıyla bilinen fıstık tarlasının hemen yanında, Karataş denilen dar bir alanda, çalılıklardan ve bazıları bir araba büyüklüğünde kayalardan oluşan bu yerde, küçük oğlu Cemal’e vada ettikten sonra kır atına atladı. Gözünü sevdiğim, atalarımızın dediği gibi "deh edemeden giden at " misaline uygun olan at, daha deh demeden, ön ayaklarını havaya kaldırdı, havada önca sağ ayağını sonra ve sol ayağını ileri uzatırken sağ ayağını geriye çekerek havada bir an asılı kaldı ve bağırırcasına kişneyerek ileri atıldı. Yaklaşık bir kuşun atımlık ileride Adatepe’yi aşmakta olan kafileyi bir an önce yakalamak istercesine acele etti.At, Hacı Ağa’yı daha Tandırcık’a varmadan kafilesine yetiştirdi. Hacı Ağa yaklaşık kırk kişiden olan kafilesinin başına geçti. Atlar besili ve dinçti, sürücüler, hevesli ve gençti.Kafile başı Hacı Ağa, ortadan uzun boylu, geniş omuzlu, iri yapılı, güçlü, kuvvetli, yüzü güzel ve yakışıklı bir adamdı. Boyu, posu ve gözelliği bir alemde söylenirdi. Yiğitti ve gözü pekti. Korkusuzdu ve arkadaş canlısıydı. Kısa sürede, Bakıca, Lolacık ve Halilbaş köylerini geçerek, bir saate kalmadan Karayokuş’u tırmandılar ve Karakuyu’yu geçtiler. Güngürge’nin altındaki suluktan birer su içtiler. Atlarını da suladılar ve durmadılar. Bir dört nal daha yaparak Bedirköy Hanı’na vardılar. Yola çıkaları iki saati geçmişti. Atlarını soluklandırmak için biraz durmaya karar verdiler. Bu arada, hancıdan çay istediler. Yaklaşık yarım saatlik soluklanmadan sonra, atlandılar. Bu sefer atları fazla süremediler. Çünkü yokuş tırmanmaya başladılar. Yarım saat sonra yokuş iyice dikleşmeye başladı. Güneş tam tepenen vuruyordu. Bir yarım saat kadar daha gittiklerinde artık susamaya ve atların da yorgunluk hissetmeye başladığını fark ettiler. Zaten suluğa da gelmişlerdi. Bu suluk, Hacı Ömer Ağa tarafından hacca giderken, hayrat olsun diye yaptırılmıştı. Bu nedenle Hacı Ömer Suluğu denilmekteydi. Hacı Ömer , Küçük Hacı Ağa’nın dedesi olan Büyük Hacı Ağa’nın dedesiydi. Burada, atları sulayıp su içip, serinledikten sonra, yokuş tırmanmaya devam ettiler. Yarım saat sonra Güreniz Dağı’nın üstüne çıktılar. Sağ ötede (güney batıda) Antep görünüyordu. Bu nedenle buraya Antep Gösteren denmekteydi. Hacı Ağa ve arkadaşları, güneye yöneldiler, Antep’in doğusunda Urumevlek köyünden geçtiler ve Nurgana’ya vardılar. Sacı Çay’ında atlarını suladılar ve serinlettiler. Oğuzeli’ne uğramadılar, kenardan geçtiler. Zamhalı’dan Barak Ovası’na daldılar. Tilbaşar Kales’inin doğusundan geçerek, Tilsevet’ten ve daha bir çok köyden geçerek gün batarken Alagöz’e vardılar...
Bundan sonrasını ;
Küçük Hacı Ağa’nın küçük kardeşi Deli Memed’den dinleyelim...
--- Hiç unutmuyorum. İyi, asil bir gır atı vardı. Suriye taraflarında büyük bir ağa hediye etmiş ona. Orda da çok hatırı sayılırmış. Hacı Ağam o ata bindiği zaman çok heybetli dururdu. Çok cesur, çok yiğitti.Yiğitliğini bir alem bilir ve
anlatırdı.Benim diyen ağaların beli kırılırdı.Bu nedenle ona düşman olan ağalar karşısına direk çıkamazlardı. Bir defa Hacı Ağam köyün altındaki bizim tarlada çağılın (taş yığını) üstünde dururken Karacaoğlan Höbürü tarafından ateş ettiler, fakat vuramadılar. Daha Sonra öğrendik ki; sıkan adam bir ağa tarafından kiralanmış bir eşkiyaymış. Bu ağanın kim olduğunu kesin ispatlayamadık. Şüphelendiğimiz olduysa da kesinleştiremediğimiz için olayın peşini bıraktık. Ağam zaten bir gecede iki üç kez yer değiştirdi. Çok tecrübeli ve akıllıydı.Cüsseli güçlü bir adamdı.Çok ta yakışıklıydı. Bir etrafta söylenirdi. Atı da onu çok güzel gösterirdi. Zaten at başkasını da bindirmezdi..Hacı Ağam üstüne biner binmez şahlanır dörtnala kalkardı. Ağamın bile gücü zor yeterdi. Bu atın asilliğini daha sonra çok daha iyi anladık. Bir akşam üstüydü. Güneş daha yeni batıyordu. Biz dağda işimizi bitirmiştik. Köye doğru geliyorduk, Köye yaklaşmıştık. Köyde bir gürültü patırtı koptuğunu duyduk. Geldiğimizde avratların saçını başını yolduğunu ve ağladığını gördük. Gır at köye gelmişti. Üstünde Hacı Ağam yoktu. Gır atı ilk geldiği anı görenler olmuş. Bizim büyük evin kapısına gelmiş, üstünde harallar (büyük çuvallar) olduğu için hayada (bahçe) girememiş. Ön ayaklarının üzerine şahlanmış. Acı acı kişnemiş. Ön ayaklarıyla hayadın kapısını açmış ve durmadan vurmuş kapıya. Hem kişnemesiyle hem de toynaklarıyla kapıya tak tak vurarak bir Şeyler anlatmak istiyormuş. Konuşurmuş gibi kişniyor ve bir taraftan da büyük evin kapısına bakıyormuş. Bundan sonrasını ben de gördüm ve yaşadım. At kan ter içindeydi. Bir sağında bir
solunda İki haral vardı. Bu haralların birinde tütün diğerinde desteler halinde tütün kağıdı vardı. Bunlar Suriye’den Kaçak getiriliyordu. O asil at onca yolu bu yükle gelmişti. At bizi görünce kişnemesini bağırma şeklinden değil de konuşma şekline döndürmüştü sanki. Yanına geldiğimizde burnunu bize sürterek hıhıhı hıhıhı diyor ve durmadan tekrar ediyordu. Acı
çekercesine kafasını sağa sola çeviriyordu. Atın ne demek istediğini üstünden yükü indirince çok daha iyi anladık.Biz atın üzerinden haralları indirir indirmez, at hıhıhı hıhıhı diyerek burnunu bize bir kez daha sürttü. Kafasını bir daha çevirdi. Geriye döndü ve şaha kalkarak
aynı anda bir çığlık atarcasına kişnedi.Hahhiiiii… Antep tarafına yönelerek koşmaya başladı. Önce ne yapacağımızı şaşırdık ve donduk, kaldık. Böyle bir hareketi beklemiyorduk. At karşı yamaca geçip geri dönüp bize bakınca kendimize geldik. At arkasından gelmemizi istiyordu. Hemen atlara binerek üç atlı peşine düştük. Biz atları dört nala koşturuyor, yetişemiyorduk. At Kerseak’ı aştı. Onu gözden kaybettik. Biz Kersaek’a varınca devamı düz olduğu için Çoban Galası Yanında (Çoban Kalesi civarında ) gidiyor olduğunu gördük. Bundan sonra işimiz biraz olsun kolaylaşacaktı. Çünkü hiç olmazsa Antep’e kadar hangi yolu takip edeceğimizi anlamış olduk. Fakat bir süre sonra buna da gerek olmadığını anlayınca şaşkınlığımız bir kez daha arttı. Biz Çoban Galasına vardığımızda, atın Büyük Dere’den yankılanan kişnemesini duyduk. Büyük Dere bir vadiydi. Akşam karanlığında atın can havliyle (canının acısıyla) kişnemesi kayalıklardan yankılanınca ürperdik. Gündüz vaktinde bile adamı bağırtarak kessen kimse duymaz. İşte böyle bir derenin içinden geçerken kişneyen at bizlere yerini salık veriyordu. Bu da akşam karanlığında çok korkunç oluyordu.Biz Büyük Dere’ye indiğimizde at Büyük Dere’yi geçmiş ve
Büyük Düz’e Çıkmıştı. Büyük Düz biraz genişti. Bu nedenle biz de Büyük Düz’e çıktığımızda atı uzaktan görebiliyorduk. Aslında at beyaz olmasa asla göremezdik. Tam bu anda at yine acı acı kişnedi. Hahiiiii…Atın ses şeklinden geriye dönüp kişnediğini fark edebiliyorduk. Bu duruma bir kez daha şaşırdık ve bir taraftan da biraz daha rahatladık. Çünkü at, aramız açıldığı zaman yavaşlıyordu. Hem kişneyerek yerini belli ediyor hem de
geriye bakarak Bizi takip ediyordu. Yoksa bizim atların ona ulaşmasının mümkünü yok. O yorgun halinde onca yükle o yolu gelmiş ve tekrar geri dönmüştü ve Biz bu durumda bile ona yetişemiyorduk. Biz Büyük Düz’ün ortasına vardığımızda atın kişneme sesi Bozatlı’dan geliyordu…Orguca Beleni’nin Orguca köyünün şarkından geçtik, Çaykuyu’ya vardık. Oradan sonra Ferizli’yi de geçtimizde dereye indik ve sonra dik yokuşu tırmanmaya Başladık. Yaklaşık iki buçuk saattir yoldaydık. İyice yorulmuştuk. Önümüze çıkan yokuşta iyice yavaşladık. At da yavaşlamıştı emme bir türlü durmuyordu. Güngürge’ye çıktığımızda hem yokuş bitmişti.Hem de kara taşlık olan yerler bitmişti. Artık bundan sonrası Antep’e hatta Suriye’ye kadar düzlük ve tarlalıktı. At yine
hızlanmaya başladı.At acılı ve aceleciydi. Bereket versin ay doğmuştu. Bir sonraki köy Bedirköy’dü. Orda yolcular için han vardı. Yatacak değildik atlarımız Susuzluktan kırılacaktı. At Bedirköy’e girmedi. Köyün dışından yoluna devam etti. Biz de duramadık. Köylerden Antep’e giderken burada yollar birleşir tekrar ikiye ayrılırdı. Birisi garbiye Yukarı Beylerbeyi tarafına, diğeri ise kıbleye Güreniz Dağı’na giderdi. Atın Güreniz Dağı’na yöneldiğini fark ettik. Her yer düzlüktü. Yerler çakıl taşlıktı. Gece sessizliğinde atın nal sesleri rahat duyulabiliyordu.Artık at ta fazla kişnemiyordu.Koşmuyordu. Ancak çok üzüldüğünü belirten hırıltıları geliyordu ara sıra… Güreniz Yokuşu’nun yarısında Hacı Ömer Sarnıcı vardı. Bu sarnıcı dedem Büyük Hacı Ağa’nın dedesi Hacı Ömer hacca giderken hayrına yaptırmış.Bu sarnıç adını ondan almış. Hacı Ağa’mın atı sarnıçta pek oyalanmadı. Su içti mi bilmiyoruz. Biz sarnıca vardığımızda atın tepenin başına vardığını görebildik. Yavaş yavaş yürüyordu. Oralarda hiç ağaç yoktu. Sadece sarnıcın başında Bir dut ağacı vardı. Sarnıçta atlarımızdan indik. Onları suladık ve biraz Soluklandırdık (dinlendirdik). Biz de biraz soluklandık. At tepeyi aşmıştı. Artık takipten yana korkumuz yoktu. Tepenin öbür tarafı da çıplaktı ve aşağısı ise düz tarlaydı. Gece sesi iyi duyabiliyorduk. Zaten ay da vardı ve sabaha kadar da olacaktı. Devamı da gündüzdü… Biz yokuşu yürüyerek çıkmaya karar verdik. Hem böylece yürürken de olsa atlarımız biraz dinlenirdi. Bu yokuşun başında Antep göründü. Koşturmadan Antepe bir saat kadar bir yolumuz kalmıştı. Biz yokuşu inerken de atlara binmedik.Ağamın atının garbiye Antep’e değil de güneye yöneldiğini fark ettik. Burada da yol ikiye ayrılıyordu. Taşlıca (Urumevlek) köyünü geçince, Antep’i de geçmiş oluyorduk. Anladık ki bize Suriye yolu göründü. Nurgana’dan, Oğuzeli’nden geçip Zıramba’ya
vardığımızda, at kıbleden biraz şarka yöneldi. Artık hepimiz aşırı yorulmuştuk. Altı saattir yoldaydık. Daha Suriye sınırına iki-üç saat vardı. Kıbleye devam etseydik belki iki saatte varırdık. Ancak şarka yöneldiğimiz için yol bir saat kadar daha uzayacaktı. Artık olayı tamamen çözmüştük. Ne olduysa Suriye sınırında Alagöz tarafında olmuştu. Hacı Ağa’m da kesin ölmüştü. Kendisi de atı da çok yiğitti. Ölmeseydi atıyla köye ulaşırdı. Ya da atı onu ulaştırırdı. Zıramba’dan sonra, at yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Sanki acısı tazeleniyordu. Sabah yaklaşmıştı.Tilsevet civarında güneş doğdu. Bir saatlik yolumuz kalmıştı. At acı acı hıhıhı hıhıhı diye sesler çıkararak, hafif dörtnala kaçmaya(koşmaya) başladı. Alagöz köyü Sınırlarına vardığımızda at iyice hızlanmaya başladı. Sanki menzile varmak İçin son gayretini sarf ediyordu. Ve bir an önce oraya
varması gerekiyordu. Hafif kişnemeye başlamıştı. Çok fazla bağırmıyordu. İlk can havlinden sonra hani insan biraz rahatlar ve biraz da dinlenir. Ondan sonra da tekrar duygulanır ve ağıtın şiddetini tekrar artırmaya başlar ya..O atınki de aynen öyleydi. Atın tepkilerinden artık menzile yaklaştığımızı anlıyorduk ve bizim de boğazımız içimiz deki korkudan, daha doğrusu duyacağımız haberden iyice kurumaya başlamıştı. Anlayacağın dilimiz damağımız iyice kurumuştu. Yüreğimiz gürp gürp atıyordu. Ortalık ilk güz günüydü. Güz ayıydı emme yaz günü gibiydi. Güneş daha doğar doğmaz kavuruyordu. Uykusuzduk. Susuzduk. At iyice hızlanmıştı. Aslına dönmüştü. Biz de hızlanıyorduk. Çok yorgun ve açtık, susuyorduk. Vurgun yemiş gibiydik, boğazımız düğümlenmişti, duyacağımız habere olan merakımız had safhaya çıkmıştı, susuyorduk. Atlarımızın ayaklarından kırmızı vahlenler (sürülmüş kırmızı toprak) savruluyordu.Yumuşak toprağı döven nalların, toprağın altındaki sert zemine vuruşunun derinden gelen seslerini bile duyuyorduk. Bazen fıstık, bazen zeytin ağaçlarının altından başımızı dallara çarpmamak için eğilerek geçiyorduk. Bazen de birbirimizden ayrılıyorduk. Aramıza ağaçlar giriyordu. Önümüze çıkan bağ
tiyeklerinin üstünden atlıyorduk. Önümüzdeki at arayı açıyordu. Başları yeşil, gövdeleri boz; fıstık ve zeytin ağaçlarının arasından, önümüzdeki Atın gara kuyruğunu, ak baldırlarını bi görüyor bi kaybediyorduk.
Asil at, olmuş (yetişmiş) fıstıklardan bir habbe (tane) bile düşürmezken, biz cumba(salkım) cumba fıstıklara çarpıyor, yerlere yağmur gibi indiriyorduk. Yerler kıpkırmızı oluyordu. Fakat bizim verdiğimiz bu zararları düşünecek halimiz yoktu. Neticede dibe düşen fıstık, mal sabine(sahibine) kalıyordu. Ağamın atı gözden Kaybolmuştu. Biz sınıra yaklaştıkça yutkunmamız da artıyordu.Tükürüğümüzü Yutamıyorduk. Gözlerimiz iyice dolmuştu. Patlamak üzereydik.Merakımızdan. Çatlamak üzereydik. Herkes dalmıştı ve sessizce yol alıyorduk. Atı göremiyorduk Korkumuz doruk noktasına çıkmıştı. Tam bu sırada, ağabeyini yitirmiş bir kardeşin Çığlığını andıran, bir çığlık duyduk atın kişnemesinde…Hahihihiiiii…Hahihihiiiii Biz son bir gayretle atlarımızı sıkıştırdık, içerideki aşık
kemiklerimizi atların Karınlarına vurmaya başladık. Birden fıstık ve zeytin tarlalarının içinden sıyrılıp Çıkmıştık. İlerimizde iki boş,ağaçsız tarla vardı. Atın çıldırmış gibi koştuğunu görüyorduk. Onun o halini görmek bile yüreğimizi hoplatmaya, tüylerimizi diken diken Etmeye yetmişte artmıştı bile. Felaket kesindi.Atın
yöneldiği yerin ilerisine Baktığımızda fazlaca kalabalık olmayan insanları gördük. Durmuşlar bize bakıyorlardı. Demek ki atın kişnemesi onları da ürpertmiş. Atın arka ayaklarından savrulan topraklar, sırtına kadar savruluyordu. Sanki beyaz bir zemin üzerine iki kırmızı şerit çekiliyordu. Bunlar siliniyordu tekrar çekiliyordu.
Siliniyor tekrar çekiliyordu.Sadece ortadaki siyah şerit (atın kuyruğu) sabit kalıyordu. Artık nerdeyse atı, ağamdan çok Düşünür olduk. Suriye sınırının hemen bu tarafındaydık. At insanların yanına ulaştığında at yine çığlık atmaya başladı.…hahihihiiiii ,hahihihiiiii, hahihihiiiiii…. Kalabalığın etrafında bir dolandı. Asıl felaketi o zaman fark etti. Dün Vurulup yere düştüğünde, başını kokladığını, halini yokladığı, geri Dönmek üzere orada bıraktığı sahibi yoktu orada. Yoktu ortada… Kalabalığın üç metre kadar garbi tarafına geçti. Bir haykırışı vardı ki, Diller bunu anlatamaz. Yönünü
Suriye’ye döndü. Haykırış sesiyle birlikte Ön ayakları da yerden yükseliyordu. Üç kere üç defa daha
uzun uzun bütün gücüyle haykırdı. Bu ses ki, Barak Ovası’ndan taştı, Suriye sınırını aştı. Öylesine isyankar, öylesine öfkeli ve öylesine acılı idi ki…Öyle bir Duruşu vardı ki, Barak Ovası’nın güneyinde düz bir tarlanın ortasında beyaz bir heykel gibi duruyordu. Arka ayakları üzerine yükseldikçe, yükselmişti. Sağ ön ayağı tam olarak başını hizasındaydı. Sadece bileği hafiften Bükülüydü. Sol ayağı da bundan
farklı sayılmazdı. Tam bu sırada biz de Gelmiştik insanların yanına. Atın bu haline herkes göz bebekleri
yerlerinden fırlarcasına bakıyorlardı. Herkes ata bakıyordu. Biz bile selam Vermeyi unutmuştuk. Onlar da bizden çok ata bakıyorlardı satan (zaten)..At Önce haykırmayı bıraktı. Ön ayaklarını yere indirdi. Bizim de yetişmemizle acısı tekrar tazelendi. Sağ ön ayağıyla toprağı eşelemeye başladı. Kafasını yere dikiyordu. Sanki kendisini suçluyordu.Onu aparamadım,ölümden koparamadım diyordu sanki.. Bir taraftan da Acı acı ağlıyordu. Hıhıhııı…Hıhıhııı…Hıhıhııı…At sakinleşince ancak Kendimize gelebildik. Hoş beş ettik. Satan(zaten) manzarayı gördük. Hacı Ağam, o yiğit ağam artık toprağın altındaydı. Birer Fatiha okuduk. Sağ olsun Alagöz’ün Ağa’sı Şaban Ağa
ilgilenmiş, rahmetli onun da arkadaşıymış. Hava sıcak, güz günüdür ceset kokmasın diye bizim gelmemizi beklememiş.Zaten haber alıp almadığımız ya da ne zaman geleceğimizi de biledediği için böyle yapmış. Hem bu cenaze benim de cenazem diye Düşünmüş. Hatırasını yaşatmak için de“ben kardeşimi vurulduğu yere koyarım” demiş. At bu arada inlemeye devam ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse atın üzüntüsü hepimizden üstündü. Bir hayvanın insanların nerdeyse tamamına taş çıkartırcasına böylesine vefası ve sadakati bizi imrendiriyordu. Onun kadar üzülemediğimiz için kendimizden utanıyorduk. Hayranlık kelimesi bile az kalırdı. Doğrusu onun yiğitliği ağamın yiğitliğini geçmişti. Mezara son Topraklar atılmıştı zaten. Üçer-beşer kürekte biz attık.Son birer Dua daha okuduk. Sonra atın inlemesinin arttığını fark ettik. Kafasını kaldırıp indiriyor, sağa sola sallıyordu. Kafası omuz Hizasından aşağıda, ileriye doğru dik dik baktığını gördük. Boşluğa Bakıyordu, boş bakıyordu. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi kafasını Omuz hizasına kadar kaldırdı. Suriye tarafına bakıyordu. Geriye Doğru gerildi. Sağ ön ayağıyla iki kez yeri eşeledi. Görülecek bir hesabı Varmış gibi, derin derin soludu. Sol ön ayağını yere sanki perçinlemişti.Hepimiz nefesimizi tutmuş ona bakıyorduk. O da bunu fark etmiş gibi bir an sola dündü ve manalı baktı bize. Tekrar karşısına baktı. Sanki artık ne yapacağına karar vermişti. Son bir kez düşünüyordu veya gücünü topluyordu. Birden
hepimizin ödümüz koparcasına irkilmemize sebep oldu. Haykırma, bağırma, ağlama, öfke ve nara karışık bir kişnemeyle ortalığı birbirine kattı. Barak Ovası bir kez daha inledi. Barak, Barak olalı böyle ağlayan ata rastlamamıştır. Sınır ötesi onu dinledi. İleri bir fırlayışı vardı ki… Hızlı,öfkeli ve dikkatliydi. Adımlarını attığı yeri seçiyordu. Çünkü öyle eğitilmişti. Her taraf mayın döşeliydi. Oralardan kim bilir kaç kez geçmişti. Artık yolu iyice öğrenmişti. Mayın Tarlasını bitirdi. Tel örgülerin uygun yerinden atladı. Suririye tarafındaydı Artık. O tarafta ne mayın, ne tel örgü, ne de asker vardı. Onlar sınırı Türkiye’ye emanet etmişlerdi. Dost oldukları için değil. Nasıl olsa onlar bekliyor diye düşündükleri ve rahatlarına düşkün oldukları için… Sınırın öbür tarafında, yeşil zeytin ağaçlarının arsında, küçülen ve sonra yok olan beyaz bir noktaya bakmış, dalmış
kalmıştık.Nice (nice vakit) sonra kendimize geldik ve birbirimize baktık ve içimizi çektik.Acaba ne yapmak istiyordu. Veya ne yapacaktı.Varacaktı bu ticareti yapan insanın karşısına, şaha kalkacaktı, pis insan senin gibilerin üç kuruşluk çıkarı için bunlar oluyor diyecekti ve sağ ayağıyla suratına bir tane vuracaktı. Asil bir at olarak, onu eşek cennetine mi yollayacaktı. Öfkesini ondan mı alacaktı. Sonra gidecekti eski sahibinin yanına ona kara haberi verecekti, acısını onunla mı paylaşacaktı. İyi dost olduklarından yeni sahibine o hediye etmemiş miydi kendisini.Sana döndüm diyecekti eski sahibine.Ben herkesi dost seçemem diyecekti kim bilir… Belki de son sahibinin kara haberini, onun Suriye topraklarındaki bütün dostlarına dolaşıp haber verecekti. Sonra da vuracaktı dağlara kendini. Acısını dağlara,taşlara, yerdeki ağaçlara, havadaki kuşlara anlatacaktı belki de… Oldukça dalmıştık. Şaban Ağa’nın “buyurun ağalar köye gidelim” diye seslenmesiyle kendimize geldik. Alagöz bulunduğumuz yerden çağırsak duyulacak kadar şarktaydı (doğudaydı). Yavaş yavaş köye vardık. Sağ olsun Şaban Ağa, atlarımızı sulattı, yemletti ve bizi de yemekledi. Şaban Ağa olayı anlatmaya başladı. - “ Suriye’de işlerini bitirdikten sonra, gafile başı olan Hacı Ağam başta olmak üzere, Tilkerli’yle bizim köy arasında, tel örgüleri ve mayınlı tarlayı geçmişler. Tam artık düze geldik, bu seferi de atlattık derken, bir kurşun sesi duyulmuş ve Kafileden biri vurularak atından düşmüş. Adam da Hacı Ağam beni bırakma diye inlemeye başlamış. Bunu duyan Hacı Ağa diğerlerine siz kaçın başınızın çaresine bakın demiş. Güçlü olduğu için de arkadaşını kucakladığı gibi, atına geri bindirmiş, tutun ve sür diye tembih etmiş. Kendisi de atına tam atlamışken kurşunu yemiş ve yere gırmızı torpağın üstüne güürp diye düşmüş! Gün ağarıncaya kadar da düştüğü yerde kalmış. Hacı Ağa’nın atı da, yaralı sahibinin etrafında iki üç kez kişneyerek dönmüş ve koşmaya başlamış. Gün ağardığındaysa pusu kuran cendermeler ölünün başucuna gelmişler. Köye de haber vermişler. Tetiği çeken jandarma ceseti görünce, ellerim kırılsaydı böyle bir adama kurşun sıkamasaydım diye başına vurmaya başlamış. Birlik komutanı da jandarmaya küfürler savurmuş. Böyle babayiğit adama kıyılır mıydı diye bağırmış durmuş.” Sonra cendermeler bize haber verdiler. Köylüye ve bana Cesedi tanıyıp tanımadağımızı sordular. Ben tanıyorum , siz tutanağınızı tutun cenazeyi ben kaldırırım dedim.. İçim kan ağlayarak cenazeyi kaldırdım. Sonrasına da siz yetiştiniz zaten dedi.
Atlarımız da biz de biraz dinlenmiştik. Öğleye doğru birimizi haberci olarak bizim köye geri yolladık. Şaban Ağa da bizi üç gün misafir etti. Sonra da helalleştik, vedalaştık ve geri döndük.
Emmim Deli Memed, bir nefes aldıktan sonra devam etti. - Benim Hacı Ağam böyle mert bir adamdı. Vurulan adam önce ondan yardım istemiş. Ağam da onu bırakmamış. Halbuki böyle bir durumda kaç kaç başlar. Sözleşmeye ve usule göre, mümkün olduğunca herkes kendini kurtarmaya çabalar. Her seferden önce tembih öyle yapılırdı. Ağam durmasaydı, kimse onu arkadaşını bıraktı diye suçlayamazdı.Ancak o gene de bırakamamış, arkadaşını kurtarmış, fakat kendisi ölmüş. Hayatında hiç kimseyi de satmamıştı. Ölürken de satmadığı gibi, hazır kurtulmuşken kendini, arkadaşı için feda etmiş. İşte yol arkadaşı yoldaş diye Hacı Ağam gibilerine denir. Bugün böyle adam her bin kişiden bir tane dahi bulunur mu? Barak taraflarında adına ağıt yakıldığı da söylendi. Fakat sözlerini bizlerden kimse bilmiyor. Unutuldu gitti haralda (her halde, galiba).
Emmim Deli Memed sözünü bitirdiğinde dakikalarca sessiz kaldık. Doğrusu ikimiz de bu olaydan çok etkilenmiştik. Daha doğrusu ben daha çok etkilenmiştim. Onunki ise tazelenmişti. Bir süre daha ikimiz de, başımız önümüzde, kendi fıstık tarlasının içindeki büyük ve koyu gölgeli zeytin ağacının dibinde elimizdeki çöplerle toprağı kazmaya devam ettik. Epey bir sessizlikten sonra Emmim Deli Memed devam etti.
- Kurt ölünce ortalık çakallara kaldı. Dişlerini göstermeye ve sırtarmaya başladılar. Atın üzerinden indirdiğimiz tütün ve kağıt,harallarını Mustafa Ağam ( Mustafa Kiya ; Mustafa Çağlar) ile ikimiz; Mahmatlı’nın yanındaki Karacaoğlan Höbürü’nün ( Adını ünlü halk ozanı Karacaoğlan’ndan aldığı rivayet edilen kara ve büyük taşlardan oluşan doğal yığın) bir tarafında bir oyumun (çalı oymağı) içine koymuştuk. Hacı Ağa’mdan it gibi korkanlar, o ölünce başlarını kaldırmışlardı. Dert tutasıcalar bizi şikayet etmişler. Cendermeler geldi, biz de tütünün , kağıdın yerini gösterdik. Bunun üzerine Mustafa Ağam ve ben hapise düştük. Memik Ağa’m da ( Memik Kiya ; Memik Çağlar ) yıllarca; hem dört ailenin yükünü sırtlandı, hem de dosta, düşmana karşı dik durarak durumu idare etti.
( Derleme ; Nafi Çağlar MAHMATLI ; Batur Nafiz TANÇAĞLAR )
www.nafiztancaglar.com BATUR’dan / Nafi ÇAĞLAR’dan Hikayeler
* KÜÇÜK HACI AĞA / KÜÇÜK HACI KİYA ; Gaziantep Şehitkamil İlçesi Karayusuflu köyünden Mahmatlı / Hacı Ömerli Oymağı’ndan Büyük Hacı Ağalar Obası’ndan Şehit Hasan Ağa’nın oğludur. Hikayede anlatıldığı üzere 1934’te Suriye sınırında jandarmalar tafaından vurulmuştur.
AÇIKLAMA ; Alagöz köyü ; Gaziantep Barak/Karkamış ilçesinin Suriye sınırındaki köyüdür. Gaziantep il merkezine göre 70 km. güneydoğudadır. Karayusuflu Köyü ise ; Gaziantep Şehitkamil ilçesinin Pazarcık (K.Maraş) sınırındaki köyüdür. Gaziantep il merkezine göre 50 km. kuzeydedir. Kır at ; Alagöz köyünden iki haral (büyük çuval) ile yüklü olarak , Alagöz’den Karayusuflu’ya kadar olan 120 km.lik yolu almış ve yükü indirildikten sonra, arkasına insanları takarak,aynı yolu hiç durmadan geri gitmiştir.Yaşanmış hikayedir.
Yorumlar -
Yorum Yaz