İZCİLİK YÖRÜKLÜKTÜR, İZCİLİK TÜRKLÜKTÜRİzcilik Vikipedi, özgür ansiklopedi Atla: kullan, ara İzcilik
Kuruluş 1907 İzcilik; gençlere kendi kendine yetme ve doğada hayatta kalma eğitimi vererek, karakter ve fiziksel gelişimlerini desteklemek amacı güden uluslararası bir hareket.[1] İzcilik din, dil, ırk, cinsiyet ve benzeri hiçbir ayrım gözetmeyen; herkese açık; gönüllülük esasına dayalı, politik hedefleri olmayan, eğitim amaçlı bir gençlik hareketidir. İzci gruplarının kendine has üniformaları bulunur. Konu başlıkları [gizle] • 1 Tarihçe o 1.1 Dünyada İzciliğin Tarihçesi o 1.2 Osmanlı Döneminde İzcilik o 1.3 Cumhuriyet Döneminde İzcilik • 2 Temel İzcilik Bilgileri o 2.1 İzci Andı ve Türesi o 2.2 Oba Sistemi o 2.3 İzci Parolaları ve Yaş Basamakları • 3 Ayrıca bakınız • 4 Kaynaklar • 5 Dış bağlantılar Tarihçe[değiştir | kaynağı değiştir] Dünyada İzciliğin Tarihçesi[değiştir | kaynağı değiştir]
İzciliğin kurucusu Robert Baden-Powel İzcilik dünyada ilk defa 1907 yılında Britanya ordusundan emekli olan korgeneral Robert Baden-Powel tarafından kurulmuştur. Baden-Powel’in 1908 yılında yazdığı Erkek Çocuklar İçin İzcilik kitabı bütün dünyada büyük bir ilgiyle karşılandı ve izciliğin temelini oluşturdu. 1920 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde World Organization of the Scout Movement (Dünya İzcilik Örgütü), 1928 yılında ise World Association of Girl Guides and Girl Scouts (Dünya Kız İzcileri Derneği) İngiltere’nin Londra kentinde kuruldu. Baden-Powel 8 Ocak 1941’de öldüğünde izcilik Türkiye dahil birçok dünya ülkesine yayılmıştı. Osmanlı Döneminde İzcilik[değiştir | kaynağı değiştir] izciliğin, -ilk dönemlerdeki adı ile keşşaflığın- ülkemizde ortaya çıkışı ile ilgili zaman zaman birbiri ile çelişen farklı açıklamalar olmuştur;bunun sebepleri arasında izcilik oluşumlarında doğrudan yarı askeri nitelik taşıyan yapılanmaların yer alması sayılabilir. "İngiliz Atletler" olarak da bilinen Ahmed ve Adurrahman Robenson’un hem İstanbul Sultanisi’nde hem de Galatasaray Sultanisi’ndeki Keşşaflık çalışmalarında görülmesi de izciliğin ülkemizdeki ortaya çıkışı konusundaki açıklamaları en azından kronolojik bakımdan farklılaştırmaktadır. ."[2] İzcilik (erken dönemdeki adı ile Keşşaflık)"1912-1918 yıllarının koşullarına uygun olarak, devletin gençlik örgütleri ile bağlantısı Harbiye Nezareti düzeyinde olmuştur. Bu donem gençlik örgütleri, ordu gerisinde, ama genci orduya hazırlayan bir tür milis güç; olarak kabul edilmiş ve örgütlenmesi askeri esaslara göre yapılmıştır."[3] Osmanlı İmparatorluğu’nda izcilik (keşşaflık) örgütlenmesinin ilk adımları 1910 yılının sonlarına doğru yayınlanan “Sayi ve Terakki” Mecmuası ile Lozan’da bulunan Ragıp Nurettin’in izcilik hakkındaki yazılarının basımı ile başladı. Soylu bir İngiliz ailesinin Hindistan doğumlu oğlu olan ve eğitimini Mekteb-i Sultani’de (bugünkü Galatasaray Lisesi) tamamlayan, futbolcu ve spor adamı Ahmet Robenson tarafından İstanbul’da kurulan ilk izci oymağının faaliyetleri, boru trampet takımları ile şehir içi turları ve doğa yürüyüşlerinden ibaretti. Bu ilk oymağı Darüşşafaka, Kadıköy Numune Mektebi, İstanbul Lisesi, Vefa ve Üsküdar liseleri takip etti. İstanbul dışında ilk izci teşkilatını kuran iller ise Bursa, Beyrut, İzmir, Sivas, Kayseri ve Kütahya idi.[4] Darüşşafaka Beden öğretmeni ve Oymakbeyi B.Sami Karayel’in 1914 tarihli İzci Rehberi isimli izci kitabında Türkiye’de izciliğin ilk kurucuları Nafi Atıf Kansu ve Ethem Nejat olarak görülür. İlk izci üniteleri Darüşşafaka, Galatasaray ve İstanbul Liselerinde kurulmuştur. [5]
Türkiye’ de izciliğin kurucularından Galatasaray Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Ahmet Robenson Osmanlı döneminde izcilik çalışmaları 2 meşrutiyet dönemine rastlar 2 meşrutiyet döneminde eğitim öğretim alanındaki gelişlerin yanı sıra batılı kurumlarında Osmanlı İmparatorluğuna girmesinde önemli rol oynamıştır. Batıda ortaya çıkmış olan keşşaflık daha sonra Osmanlı toplumuna da ulaşmıştır.[6] Karayel 1914 ve Keşşaf dergisi 1923 göre;Balkan Savaşından oldukça evvel 1910 yıllı sonlarından itibaren İzmir ,Edirne ve İstanbul da küçük deneyimler,yürüyüşler olarak uygulamaya başlayan izcilik İstanbul da 1912 yılının başlarında Galatasaray Lisesinde Ahmet Roberson tarafında ilk izci oymağını kurmak suretiyle başlatılmıştır. İstanbul dışında ise Bursa Beyrut,İzmir,Sivas Kayseri Kütahya gibi iller takip etmiştir. Resmi olarak ise ilk örgütlenme Harbiye Nezareti denetiminde Belçika İzcilik Örgütü’nden gelen uzman Herold Parfit’in 9 Nisan 1914 yılında izciler ocağını kurarak örgütlenmeyi başlatmıştır. örgütün başına Başbuğ adıyla Enver Paşa vekilliğe ise Parfitt getirilir. .[7][8] İzciliği kendi gayretlerinin tahakkukuna yeter saymayan Harbiye Nezareti 15.16.1914 de neşrettiği bir talimatla izciliği tamamlayan yeni bir teşkilat kurar buna [Osmanlı Dernekleri Teşkilatı] adı verilir. Birinci dünya savaşı başlamasıyla Osmanlı Dernekleri Teşkilatı ve izcilik gücünü kaybetti Parfitt ülkesine geri gönderilmiştir. 1.Dünya Savaşı devam ederken Osmanlı Dernekleri Teşkilatın yerine kaim edilmek üzere bir çalışma başlamış ve Almanya dan Von Hoff Paşa ve ekibi getirildi 1916 yılında Osmanlı Genç Derneklerini kurdu.Eğitimler izci programını askeri versiyonu olarak yapılır.1 Dünya savaşının sonunda İttihat ve Terakk yönetimiyle fonksiyonunu kaybeder.[7] 22 Kasım 1922 de işgalin kalkmasıyla Türk İzciliği yeni bir döneme girer.[9] Cumhuriyet Döneminde İzcilik[değiştir | kaynağı değiştir] Teşkilatlanma açısından Dahiliye ve Maarif Bakanlığı 12 Mayıs 1928 Türkiye’de gençlik teşkilatın Türk vatandaşlarına hasrı kanun ile ülkemizdeki izcilik faaliyetleri devlet tarafından onaylanmış ve güvence altına alınmıştır.[10] İzcilik bir müddet Kültür Bakanlığı (Maarif Bakanlığı-Güncel İsmi Milli Eğitim Bakanlığı) içinde yer alır.[11] Maarif Vekaleti 09.06.1937 yılında bünyesinde Beden Eğitimi ve İzcilik Direktörlüğü kurar ve izciliği yön verir.[12] İzcilik 6 Şubat 1970 yılında Gençlik Spor Bakanlığı bünyesinde Spor ve İzcilik Genel Müdürlüğü bağlanır Milli Eğitim Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığının 14.12.1983’de birleştirilmesi üzerine izcilik çalışmaları, Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde Gençlik Beden eğitimi ve Okul Spor Hizmetleri Genel Müdürlüğü yürütülmeye başlanmıştır.[13] 2 Mart 1989 yılında Milli Eğitim Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığının tekrar ayrılınca[14] Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Okuliçi Beden Eğitimi Spor ve İzcilik Dairesi kurulur.3 Kasım 1989[15] Gençlik Spor Genel Müdürlüğü bünyesinde ise Türkiye İzcilik Federasyonu 11 Mayıs 1991[16] de merkez danışma kurulunun kararı ile kurulmuştur,İzcilik Federasyonu Özerk Spor Federasyonları Çerçeve Statüsü [17] çerçevesinde 2 Şubat 2006 tarihinde Genel Müdürlük bünyesinden ayrılarak özerk bir kurum haline gelmiştir. Türkiye İzcilik Federasyonu 1 Aralık 1950[18] yılında WOSM (World Organization of the Scout Movement):Dünya İzcilik Örgütüne üyeliği kabul olur.13-23 Haziran 1972[19] yılında 21 Dünya Konferansında ise WAGGGS (World Association of Girl Guides and Girl Scouts):Dünya Kız İzcileri teşkilatına 1 aday üye olarak kabul edilip 1976 yılında Avrupa bölgesine girer. Milli Eğitim Bakanlığında Okuliçi Beden Eğitimi Spor İzcilik Dairesi kapatılmış İzcilik faaliyetleri yeniden kurulan Gençlik Spor Bakanlığına bağlanma aşamasındadır.KHK/652 Türkiye de İzcilik (1) Kamu (5) Tüzel teşkilat olarak izcilik çalışmaları sürdürülmektedir. 1-Türkiye İzcilik Federasyonunun 79 ilde faaliyet göstermektedir.izci sayısı 33.938[20] Diğer bir kaynakda ise 19.711 kız 43451 erkek toplam 63.162 kişi[21] Federasyon Başkanı Hasan Dinçer SUBAŞI dır. 2-Türkiye Kız İzciler Derneği 11 Mayıs 1975 tarihinden buyana faaliyetlerine TİF den bağımsız Ankara merkezli devam etmektedir.İzci sayısı bilinmiyor(Kamu yararına çalışan bir dernektir) 3-İzci Dernekleri Federasyonu ise TİF den bağımsız 8 ilde faaliyet göstermek de izci sayısı bilinmiyor. 4-İzci Gönüllüleri Derneği Ankara Merkezli TİF den bağımsız 1 ilde faaliyetlerine devam etmektedir.İzci sayısı bilinmiyor. 5-Anadolu İzcilik Federasyonu Muğla Merkezli TİF den bağımsız olarak izcilik çalışmasında bulunmakta izci sayısı bilinmiyor. 6-Kapodakya İzci Dernekleri Federasyonu Kayseri Merkezli TİF den bağımsız 5 ilde faaliyetlerine devam etmektedir.İzci sayısı bilinmiyor. Dünya İzcilik Teşkilatı (WOSM) ve Kız İzciler Teşkilatı WAGGS Türkiye İzcilik Federasyonunu tanımaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı bağlı bulunan Okuliçi Beden Eğitimi, Spor ve İzcilik Dairesi (OBESİD); Milli Eğitim Bakanlığının kuruluş ve işleyişi ile ilgili Kanun Hükmünde Kararname ile kapatıldı. Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında 14 Ağustos 2012 tarihinde izcilik protokolu imzalanarak, Milli Eğitim İzcileri ile Türkiye İzcilik Federasyonu (TİF) birleşti.[22] Temel İzcilik Bilgileri[değiştir | kaynağı değiştir] Türkiye İzcilik Federasyonunun Temel izcilik bilgileri hakkında bilgileri şöyle özetleyebiliriz daha ayrıntılı bilgi için Türkiye izcilik Federasyonu maddesini inceleyin. İzci Andı ve Türesi[değiştir | kaynağı değiştir] İzci Andı Tanrıya ve vatanıma karşı vazifelerimi yerine getireceğime, izcilik türesine uyacağıma, başkalarına her zaman yardımda bulunacağıma, kendimi bedence sağlam, fikirce uyanık ve ahlakça dürüst tutmak için elimden geleni yapacağıma şerefim üzerine ant içerim.[23] İzci Türesi
İzcilik selamı • İzci, sözünün eridir. Şeref ve haysiyetini her şeyin üstünde tutar. • İzci, yurduna, milletine, ailesine ve izci liderlerine sadıktır. • İzci, başkalarına yardımcı ve yararlı olur. • İzci, herkesin arkadaşı ve bütün izcilerin kardeşidir. • İzci, herkese karşı naziktir. • İzci, bitki ve hayvanları sever ve korur. • İzci, büyüklerinin sözünü dinler, küçüklerini sever ve korur. • İzci, cesurdur, her türlü şartlar altında neşeli ve güler yüzlüdür. • İzci, tutumludur. • İzci, fikir, söz ve hareketlerinde açık ve dürüsttür.[23] Oba Sistemi[değiştir | kaynağı değiştir] İzcilik de oba sistemi çocuklar, izcilikte ilk demokratik ve en küçük birim olan ;OBA SİSTEMİ içinde bir grubun üyesi olmanın tadına varır.Demokrasiyi gerçek anlamı ile hayata geçirmeyi öğrenirler. Grup içinde sorumluluk alma ve sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeyi öğrenirler.Yaş basamaklarına göre oba sistemi aşağıdaki gibidir.[24] İzciler oba içinde en iyi arkadaşları ile heyecanlı şeyler planlamanın, yürüyüşe çıkmanın, birlikte kamp yapmanın, uzun bir yürüyüşten sonra eve dönerken ya da kamp ateşinin oynaşan alevlerini seyrederken birlikte şarkı söyleyip, gülmenin, izcilikte bir üst basamağa geçmesini sağlayacak testleri başarmak için birlikte çalışmanın ne kadar eğlenceli olduğunu öğrenir. İzci Parolaları ve Yaş Basamakları[değiştir | kaynağı değiştir] Yaş Grubu İsmi Parolası L.Fular Rengi Öbek-Oba-Ekip İsmi Oba en az en fazla sayısı 7-11 Yaş Yavrukurt İzci Yavrukurt çok çalışır Sarı Renk Yavrukurt Öbeği 6-8 izci/12-24 izci 11-15 Yaş İzci İzci daima hazırdır Yeşil Hayvan İsmi Obası 6-8 izci/12-24 izci 15-18 Yaş Ergin İzci Ergin izci topluma hizmet eder. Bordo Türk büyüğü İsmi Ekibi 4-6 izci/12-24 izci
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde geçerli olan “İzcilik Resmi Tarihi” bu şekildedir. Birde izciliğe bizim gözümüzle bakalım. Yaklaşık 5000 yıllık dünya devletler tarihinin yarısına yakın bir süreçte dünyada ağılığını hissettirmiş ve nerdeyse 1500 yıldan fazla zamanda dünyaya hükmetmiş bir millet vardır. Bu milletin adı TÜRK’tür. Türklerin tarihini ortadan kaldırsan dünyanın tarihi oldukça yetersiz veya eksik kalır. Doğal olarak dünyaya uygarlığı öğreten ve yayan Türkler’dir. Buna bağlı olarak ordusuna dünyada 10’luk düzeni ilk getiren Türk Tarihinin ve de dünya tarihinin kaydettiği en büyük devlet adamlarından ve ordu komutanlarından olan ve Türkler’in büyük kağanı olan Mete Han’dır. Zaten Türkler asker bir millet olarak ta tarihe geçmişlerdir. Bu teşkilatlanma biçimi hayat tarzı ile doğrudan bağlantılıdır. Türklerde toplum yapısı gereği kişiler obaları , obalar oymakları ve oymaklarda toplulukları (boyları) oluşturur. Bir yere yerleşecekleri zaman dağ eteği ararlar, su ararlar ve otlak ararlar. Bunları bulurlarsa obalarını (çadırlarını) kurarlar. Kümeler halinde kurulmuş çadırlar biraz kalabalık olunca oymakları oluştururlar. Günümüzde kendi güzel kavramlarımızı bir yana koyarak taklitçi ve basit anlayışla kamp (camping) denmektedir. Bunun tam Türkçesi ve doğrusu “Oba Kurma” dır. Oba kurmak çadır kurmakla olur. Türkler eskiden beri ve akrabaları olan topluluklar ( Kızılderililer gibi) doğa koşullarında çadırda yaşamasını iyi bilirler. Türkler zor iklim koşullarına uygun olarak yaşayan bir millettir. İzcilikteki “hayatı idame” bu geleneğin ürünüdür. Fakat ne dünyada ne de Türkiye’de izcilik adına hiç bundan söz edilmez. Çadır kurma , hayvan sevgisi, bitki sevgisi bunlar Türkler’in yaşayış biçiminin ta kendisidir. İzciliğin ilkelerine baktığınız zaman bunları görürsünüz. İzcilikteki türe kavramı da Türklerdeki töre kavramının ta kendisidir. Kısacası izciliğin özü Türklerin Yörük hayatıdır. Gelelim sözde dünya izcilik tarihinin diğer yüzüne… 18.ve 19.yüzyıllarda dünyanın batı ülkelerinin tamamı sömürgeci olarak dünyayı yutmaya çalışmaktaydılar. Bunların başında da İngilizler gelmekteydi. İngiltere o dönemim batıdaki en güçlü devletiydi ve en sömürgecisiydi. Amerika ve Avustralya’dan sonra, Afrika ve Asya’nın bir çok yerlerine askerler gönderiyorlardı. Orda direnen halkı katlediyorlardı. Gittikleri toprakların yer altı zenginliklerini alırken , ellerine İncil verip dinlerini de değiştiriyorlardı. Üstüne de dillerini (İngilizceyi) zorla onlara yediriyorlardı. Buralara giden askerlerin başlarındaki subaylarda bu askerlerin bunları yapmaları için emir vermekteydiler. Sevgili okuyucular yukarıda verilen izcilik tanımını okudunuz. Ne diyor “dil, din, ırk ayırt etmeden bütün izciler kardeştir…”Peki İngilizlerin dünyaya yaptıklarını da zaten biliyorsunuz.İngilizler mi dünyaya kardeşliği öğretecek. Dünyada,kardeşliği öğretecek olan en son millet ve de illet İngilzlerdir. Ayrıca İzcinin özelliklerini maddeler halinde okudunuz. Bu özelliklerin hangisi İngilizlerde var. Bir de dünya izcilik tarihinde kabul gören izcinin kim olduğuna bakın. Bir İngiliz subayı. Bütün dünya nasıl yutuyor bu zokayı. Peki bütün dünya yuttu … Türkiye nasıl kabul ediyor böyle bir izcilik tarihini ? Türkiye bunu üç yönden kesinlikle kabul etmemelidir. 1. İngiltere’nin dünya da en çok sömürdüğü için. 2. Dünyanın bir çok mazlum milletlerini savaşa sürüklediği ve üstelik bun lardan Müslüman olanlarını Müslüman Türkler ile savaştırdığı için. 3. Dünya izciliğinin özünün Türklerin binlerce yıl zaten devam etmekte olan hayatlarının ta kendisi olduğu için. Ayrıca dünya izcilik örgütünü güya şema haline getirenlerin yaptıkları gülünç bir durumu bizim izci temsilcilerimiz hiç fark etmemişlerdir veya duyarlı davranmıyorlardır. O da şu ; Şemada Türkleri sadece Türkiye ile sınırlayarak, üstelik Avrupa’nın bir kolu olarak göstermişlerdir. Arapları da “ Arap” ibaresiyle Avrupa seviyesinde ayrı bir kol olarak değerlendirmişlerdir. Ne Arapların ne de Avrupalıların kültürlerinin izcilik ile hiç bir ilgisi yokken Türkler’den (üstelik Türk ibaresini kullanmadan, Araplar için Arap ibaresi kullan ılmıştır. ) üst kolda değerlendirilmeleri kabul edilmemelidir. Bir de İzciliğin işareti (en başta) iyice araştırılmalıdır.Dünya İzcilik Teşkilatının(şemasının) başına Türkler konulmalı. Altına Türklerin kan bağı olan topluluklar ve onların altın da izcilik yapmak isteyen millet veya veya topluluklar konulmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde Türkler kendi kültürleri olan bu izcilik hayatına sahip çıkmalıdırlar. Dünya izciliğinin özü Türklerin Yörük hayatıdır. Bu hayat tarzı hala yaşamaktadır. Ben Türküm diyen herkes bu davaya sahip çıkmalıdır. Ben devleti yönetiyorum diyenler ise siyasi ve resmi ortamlarda bunu n mücadelesini vermekle yükümlüdürler. İZCİLİĞİN ÖZÜ TÜRKLERİN YÖRÜK HAYATIDIR. İZCİLİK YÖRÜKLÜKTÜR, İZCİLİK TÜRKLÜKTÜR
İzci Lideri
NAFİ ÇAĞLAR
21 Mart 2012 / İstanbul
HİKAYELER
KÜÇÜK HACI AĞA
/ KÜÇÜK HACI KİYA
BATUR’dan / Nafi ÇAĞLAR’dan Hikayeler
KÜÇÜK HACI AĞA / KÜÇÜK HACI KİYA
Bir güz ayında bir kuşluk vaktiydi. Karayusuflu köyünün bir bağırmalık doğusunda, Kaplanlı adıyla bilinen fıstık tarlasının hemen yanında, Karataş denilen dar bir alanda, çalılıklardan ve bazıları bir araba büyüklüğünde kayalardan oluşan bu yerde, küçük oğlu Cemal’e vada ettikten sonra kır atına atladı. Gözünü sevdiğim, atalarımızın dediği gibi "deh edemeden giden at " misaline uygun olan at, daha deh demeden, ön ayaklarını havaya kaldırdı, havada önca sağ ayağını sonra ve sol ayağını ileri uzatırken sağ ayağını geriye çekerek havada bir an asılı kaldı ve bağırırcasına kişneyerek ileri atıldı. Yaklaşık bir kuşun atımlık ileride Adatepe’yi aşmakta olan kafileyi bir an önce yakalamak istercesine acele etti.At, Hacı Ağa’yı daha Tandırcık’a varmadan kafilesine yetiştirdi. Hacı Ağa yaklaşık kırk kişiden olan kafilesinin başına geçti. Atlar besili ve dinçti, sürücüler, hevesli ve gençti.Kafile başı Hacı Ağa, ortadan uzun boylu, geniş omuzlu, iri yapılı, güçlü, kuvvetli, yüzü güzel ve yakışıklı bir adamdı. Boyu, posu ve gözelliği bir alemde söylenirdi. Yiğitti ve gözü pekti. Korkusuzdu ve arkadaş canlısıydı. Kısa sürede, Bakıca, Lolacık ve Halilbaş köylerini geçerek, bir saate kalmadan Karayokuş’u tırmandılar ve Karakuyu’yu geçtiler. Güngürge’nin altındaki suluktan birer su içtiler. Atlarını da suladılar ve durmadılar. Bir dört nal daha yaparak Bedirköy Hanı’na vardılar. Yola çıkaları iki saati geçmişti. Atlarını soluklandırmak için biraz durmaya karar verdiler. Bu arada, hancıdan çay istediler. Yaklaşık yarım saatlik soluklanmadan sonra, atlandılar. Bu sefer atları fazla süremediler. Çünkü yokuş tırmanmaya başladılar. Yarım saat sonra yokuş iyice dikleşmeye başladı. Güneş tam tepenen vuruyordu. Bir yarım saat kadar daha gittiklerinde artık susamaya ve atların da yorgunluk hissetmeye başladığını fark ettiler. Zaten suluğa da gelmişlerdi. Bu suluk, Hacı Ömer Ağa tarafından hacca giderken, hayrat olsun diye yaptırılmıştı. Bu nedenle Hacı Ömer Suluğu denilmekteydi. Hacı Ömer , Küçük Hacı Ağa’nın dedesi olan Büyük Hacı Ağa’nın dedesiydi. Burada, atları sulayıp su içip, serinledikten sonra, yokuş tırmanmaya devam ettiler. Yarım saat sonra Güreniz Dağı’nın üstüne çıktılar. Sağ ötede (güney batıda) Antep görünüyordu. Bu nedenle buraya Antep Gösteren denmekteydi. Hacı Ağa ve arkadaşları, güneye yöneldiler, Antep’in doğusunda Urumevlek köyünden geçtiler ve Nurgana’ya vardılar. Sacı Çay’ında atlarını suladılar ve serinlettiler. Oğuzeli’ne uğramadılar, kenardan geçtiler. Zamhalı’dan Barak Ovası’na daldılar. Tilbaşar Kales’inin doğusundan geçerek, Tilsevet’ten ve daha bir çok köyden geçerek gün batarken Alagöz’e vardılar...
Bundan sonrasını ;
Küçük Hacı Ağa’nın küçük kardeşi Deli Memed’den dinleyelim...
--- Hiç unutmuyorum. İyi, asil bir gır atı vardı. Suriye taraflarında büyük bir ağa hediye etmiş ona. Orda da çok hatırı sayılırmış. Hacı Ağam o ata bindiği zaman çok heybetli dururdu. Çok cesur, çok yiğitti.Yiğitliğini bir alem bilir ve
anlatırdı.Benim diyen ağaların beli kırılırdı.Bu nedenle ona düşman olan ağalar karşısına direk çıkamazlardı. Bir defa Hacı Ağam köyün altındaki bizim tarlada çağılın (taş yığını) üstünde dururken Karacaoğlan Höbürü tarafından ateş ettiler, fakat vuramadılar. Daha Sonra öğrendik ki; sıkan adam bir ağa tarafından kiralanmış bir eşkiyaymış. Bu ağanın kim olduğunu kesin ispatlayamadık. Şüphelendiğimiz olduysa da kesinleştiremediğimiz için olayın peşini bıraktık. Ağam zaten bir gecede iki üç kez yer değiştirdi. Çok tecrübeli ve akıllıydı.Cüsseli güçlü bir adamdı.Çok ta yakışıklıydı. Bir etrafta söylenirdi. Atı da onu çok güzel gösterirdi. Zaten at başkasını da bindirmezdi..Hacı Ağam üstüne biner binmez şahlanır dörtnala kalkardı. Ağamın bile gücü zor yeterdi. Bu atın asilliğini daha sonra çok daha iyi anladık. Bir akşam üstüydü. Güneş daha yeni batıyordu. Biz dağda işimizi bitirmiştik. Köye doğru geliyorduk, Köye yaklaşmıştık. Köyde bir gürültü patırtı koptuğunu duyduk. Geldiğimizde avratların saçını başını yolduğunu ve ağladığını gördük. Gır at köye gelmişti. Üstünde Hacı Ağam yoktu. Gır atı ilk geldiği anı görenler olmuş. Bizim büyük evin kapısına gelmiş, üstünde harallar (büyük çuvallar) olduğu için hayada (bahçe) girememiş. Ön ayaklarının üzerine şahlanmış. Acı acı kişnemiş. Ön ayaklarıyla hayadın kapısını açmış ve durmadan vurmuş kapıya. Hem kişnemesiyle hem de toynaklarıyla kapıya tak tak vurarak bir Şeyler anlatmak istiyormuş. Konuşurmuş gibi kişniyor ve bir taraftan da büyük evin kapısına bakıyormuş. Bundan sonrasını ben de gördüm ve yaşadım. At kan ter içindeydi. Bir sağında bir
solunda İki haral vardı. Bu haralların birinde tütün diğerinde desteler halinde tütün kağıdı vardı. Bunlar Suriye’den Kaçak getiriliyordu. O asil at onca yolu bu yükle gelmişti. At bizi görünce kişnemesini bağırma şeklinden değil de konuşma şekline döndürmüştü sanki. Yanına geldiğimizde burnunu bize sürterek hıhıhı hıhıhı diyor ve durmadan tekrar ediyordu. Acı
çekercesine kafasını sağa sola çeviriyordu. Atın ne demek istediğini üstünden yükü indirince çok daha iyi anladık.Biz atın üzerinden haralları indirir indirmez, at hıhıhı hıhıhı diyerek burnunu bize bir kez daha sürttü. Kafasını bir daha çevirdi. Geriye döndü ve şaha kalkarak
aynı anda bir çığlık atarcasına kişnedi.Hahhiiiii… Antep tarafına yönelerek koşmaya başladı. Önce ne yapacağımızı şaşırdık ve donduk, kaldık. Böyle bir hareketi beklemiyorduk. At karşı yamaca geçip geri dönüp bize bakınca kendimize geldik. At arkasından gelmemizi istiyordu. Hemen atlara binerek üç atlı peşine düştük. Biz atları dört nala koşturuyor, yetişemiyorduk. At Kerseak’ı aştı. Onu gözden kaybettik. Biz Kersaek’a varınca devamı düz olduğu için Çoban Galası Yanında (Çoban Kalesi civarında ) gidiyor olduğunu gördük. Bundan sonra işimiz biraz olsun kolaylaşacaktı. Çünkü hiç olmazsa Antep’e kadar hangi yolu takip edeceğimizi anlamış olduk. Fakat bir süre sonra buna da gerek olmadığını anlayınca şaşkınlığımız bir kez daha arttı. Biz Çoban Galasına vardığımızda, atın Büyük Dere’den yankılanan kişnemesini duyduk. Büyük Dere bir vadiydi. Akşam karanlığında atın can havliyle (canının acısıyla) kişnemesi kayalıklardan yankılanınca ürperdik. Gündüz vaktinde bile adamı bağırtarak kessen kimse duymaz. İşte böyle bir derenin içinden geçerken kişneyen at bizlere yerini salık veriyordu. Bu da akşam karanlığında çok korkunç oluyordu.Biz Büyük Dere’ye indiğimizde at Büyük Dere’yi geçmiş ve
Büyük Düz’e Çıkmıştı. Büyük Düz biraz genişti. Bu nedenle biz de Büyük Düz’e çıktığımızda atı uzaktan görebiliyorduk. Aslında at beyaz olmasa asla göremezdik. Tam bu anda at yine acı acı kişnedi. Hahiiiii…Atın ses şeklinden geriye dönüp kişnediğini fark edebiliyorduk. Bu duruma bir kez daha şaşırdık ve bir taraftan da biraz daha rahatladık. Çünkü at, aramız açıldığı zaman yavaşlıyordu. Hem kişneyerek yerini belli ediyor hem de
geriye bakarak Bizi takip ediyordu. Yoksa bizim atların ona ulaşmasının mümkünü yok. O yorgun halinde onca yükle o yolu gelmiş ve tekrar geri dönmüştü ve Biz bu durumda bile ona yetişemiyorduk. Biz Büyük Düz’ün ortasına vardığımızda atın kişneme sesi Bozatlı’dan geliyordu…Orguca Beleni’nin Orguca köyünün şarkından geçtik, Çaykuyu’ya vardık. Oradan sonra Ferizli’yi de geçtimizde dereye indik ve sonra dik yokuşu tırmanmaya Başladık. Yaklaşık iki buçuk saattir yoldaydık. İyice yorulmuştuk. Önümüze çıkan yokuşta iyice yavaşladık. At da yavaşlamıştı emme bir türlü durmuyordu. Güngürge’ye çıktığımızda hem yokuş bitmişti.Hem de kara taşlık olan yerler bitmişti. Artık bundan sonrası Antep’e hatta Suriye’ye kadar düzlük ve tarlalıktı. At yine
hızlanmaya başladı.At acılı ve aceleciydi. Bereket versin ay doğmuştu. Bir sonraki köy Bedirköy’dü. Orda yolcular için han vardı. Yatacak değildik atlarımız Susuzluktan kırılacaktı. At Bedirköy’e girmedi. Köyün dışından yoluna devam etti. Biz de duramadık. Köylerden Antep’e giderken burada yollar birleşir tekrar ikiye ayrılırdı. Birisi garbiye Yukarı Beylerbeyi tarafına, diğeri ise kıbleye Güreniz Dağı’na giderdi. Atın Güreniz Dağı’na yöneldiğini fark ettik. Her yer düzlüktü. Yerler çakıl taşlıktı. Gece sessizliğinde atın nal sesleri rahat duyulabiliyordu.Artık at ta fazla kişnemiyordu.Koşmuyordu. Ancak çok üzüldüğünü belirten hırıltıları geliyordu ara sıra… Güreniz Yokuşu’nun yarısında Hacı Ömer Sarnıcı vardı. Bu sarnıcı dedem Büyük Hacı Ağa’nın dedesi Hacı Ömer hacca giderken hayrına yaptırmış.Bu sarnıç adını ondan almış. Hacı Ağa’mın atı sarnıçta pek oyalanmadı. Su içti mi bilmiyoruz. Biz sarnıca vardığımızda atın tepenin başına vardığını görebildik. Yavaş yavaş yürüyordu. Oralarda hiç ağaç yoktu. Sadece sarnıcın başında Bir dut ağacı vardı. Sarnıçta atlarımızdan indik. Onları suladık ve biraz Soluklandırdık (dinlendirdik). Biz de biraz soluklandık. At tepeyi aşmıştı. Artık takipten yana korkumuz yoktu. Tepenin öbür tarafı da çıplaktı ve aşağısı ise düz tarlaydı. Gece sesi iyi duyabiliyorduk. Zaten ay da vardı ve sabaha kadar da olacaktı. Devamı da gündüzdü… Biz yokuşu yürüyerek çıkmaya karar verdik. Hem böylece yürürken de olsa atlarımız biraz dinlenirdi. Bu yokuşun başında Antep göründü. Koşturmadan Antepe bir saat kadar bir yolumuz kalmıştı. Biz yokuşu inerken de atlara binmedik.Ağamın atının garbiye Antep’e değil de güneye yöneldiğini fark ettik. Burada da yol ikiye ayrılıyordu. Taşlıca (Urumevlek) köyünü geçince, Antep’i de geçmiş oluyorduk. Anladık ki bize Suriye yolu göründü. Nurgana’dan, Oğuzeli’nden geçip Zıramba’ya
vardığımızda, at kıbleden biraz şarka yöneldi. Artık hepimiz aşırı yorulmuştuk. Altı saattir yoldaydık. Daha Suriye sınırına iki-üç saat vardı. Kıbleye devam etseydik belki iki saatte varırdık. Ancak şarka yöneldiğimiz için yol bir saat kadar daha uzayacaktı. Artık olayı tamamen çözmüştük. Ne olduysa Suriye sınırında Alagöz tarafında olmuştu. Hacı Ağa’m da kesin ölmüştü. Kendisi de atı da çok yiğitti. Ölmeseydi atıyla köye ulaşırdı. Ya da atı onu ulaştırırdı. Zıramba’dan sonra, at yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Sanki acısı tazeleniyordu. Sabah yaklaşmıştı.Tilsevet civarında güneş doğdu. Bir saatlik yolumuz kalmıştı. At acı acı hıhıhı hıhıhı diye sesler çıkararak, hafif dörtnala kaçmaya(koşmaya) başladı. Alagöz köyü Sınırlarına vardığımızda at iyice hızlanmaya başladı. Sanki menzile varmak İçin son gayretini sarf ediyordu. Ve bir an önce oraya
varması gerekiyordu. Hafif kişnemeye başlamıştı. Çok fazla bağırmıyordu. İlk can havlinden sonra hani insan biraz rahatlar ve biraz da dinlenir. Ondan sonra da tekrar duygulanır ve ağıtın şiddetini tekrar artırmaya başlar ya..O atınki de aynen öyleydi. Atın tepkilerinden artık menzile yaklaştığımızı anlıyorduk ve bizim de boğazımız içimiz deki korkudan, daha doğrusu duyacağımız haberden iyice kurumaya başlamıştı. Anlayacağın dilimiz damağımız iyice kurumuştu. Yüreğimiz gürp gürp atıyordu. Ortalık ilk güz günüydü. Güz ayıydı emme yaz günü gibiydi. Güneş daha doğar doğmaz kavuruyordu. Uykusuzduk. Susuzduk. At iyice hızlanmıştı. Aslına dönmüştü. Biz de hızlanıyorduk. Çok yorgun ve açtık, susuyorduk. Vurgun yemiş gibiydik, boğazımız düğümlenmişti, duyacağımız habere olan merakımız had safhaya çıkmıştı, susuyorduk. Atlarımızın ayaklarından kırmızı vahlenler (sürülmüş kırmızı toprak) savruluyordu.Yumuşak toprağı döven nalların, toprağın altındaki sert zemine vuruşunun derinden gelen seslerini bile duyuyorduk. Bazen fıstık, bazen zeytin ağaçlarının altından başımızı dallara çarpmamak için eğilerek geçiyorduk. Bazen de birbirimizden ayrılıyorduk. Aramıza ağaçlar giriyordu. Önümüze çıkan bağ
tiyeklerinin üstünden atlıyorduk. Önümüzdeki at arayı açıyordu. Başları yeşil, gövdeleri boz; fıstık ve zeytin ağaçlarının arasından, önümüzdeki Atın gara kuyruğunu, ak baldırlarını bi görüyor bi kaybediyorduk.
Asil at, olmuş (yetişmiş) fıstıklardan bir habbe (tane) bile düşürmezken, biz cumba(salkım) cumba fıstıklara çarpıyor, yerlere yağmur gibi indiriyorduk. Yerler kıpkırmızı oluyordu. Fakat bizim verdiğimiz bu zararları düşünecek halimiz yoktu. Neticede dibe düşen fıstık, mal sabine(sahibine) kalıyordu. Ağamın atı gözden Kaybolmuştu. Biz sınıra yaklaştıkça yutkunmamız da artıyordu.Tükürüğümüzü Yutamıyorduk. Gözlerimiz iyice dolmuştu. Patlamak üzereydik.Merakımızdan. Çatlamak üzereydik. Herkes dalmıştı ve sessizce yol alıyorduk. Atı göremiyorduk Korkumuz doruk noktasına çıkmıştı. Tam bu sırada, ağabeyini yitirmiş bir kardeşin Çığlığını andıran, bir çığlık duyduk atın kişnemesinde…Hahihihiiiii…Hahihihiiiii Biz son bir gayretle atlarımızı sıkıştırdık, içerideki aşık
kemiklerimizi atların Karınlarına vurmaya başladık. Birden fıstık ve zeytin tarlalarının içinden sıyrılıp Çıkmıştık. İlerimizde iki boş,ağaçsız tarla vardı. Atın çıldırmış gibi koştuğunu görüyorduk. Onun o halini görmek bile yüreğimizi hoplatmaya, tüylerimizi diken diken Etmeye yetmişte artmıştı bile. Felaket kesindi.Atın
yöneldiği yerin ilerisine Baktığımızda fazlaca kalabalık olmayan insanları gördük. Durmuşlar bize bakıyorlardı. Demek ki atın kişnemesi onları da ürpertmiş. Atın arka ayaklarından savrulan topraklar, sırtına kadar savruluyordu. Sanki beyaz bir zemin üzerine iki kırmızı şerit çekiliyordu. Bunlar siliniyordu tekrar çekiliyordu.
Siliniyor tekrar çekiliyordu.Sadece ortadaki siyah şerit (atın kuyruğu) sabit kalıyordu. Artık nerdeyse atı, ağamdan çok Düşünür olduk. Suriye sınırının hemen bu tarafındaydık. At insanların yanına ulaştığında at yine çığlık atmaya başladı.…hahihihiiiii ,hahihihiiiii, hahihihiiiiii…. Kalabalığın etrafında bir dolandı. Asıl felaketi o zaman fark etti. Dün Vurulup yere düştüğünde, başını kokladığını, halini yokladığı, geri Dönmek üzere orada bıraktığı sahibi yoktu orada. Yoktu ortada… Kalabalığın üç metre kadar garbi tarafına geçti. Bir haykırışı vardı ki, Diller bunu anlatamaz. Yönünü
Suriye’ye döndü. Haykırış sesiyle birlikte Ön ayakları da yerden yükseliyordu. Üç kere üç defa daha
uzun uzun bütün gücüyle haykırdı. Bu ses ki, Barak Ovası’ndan taştı, Suriye sınırını aştı. Öylesine isyankar, öylesine öfkeli ve öylesine acılı idi ki…Öyle bir Duruşu vardı ki, Barak Ovası’nın güneyinde düz bir tarlanın ortasında beyaz bir heykel gibi duruyordu. Arka ayakları üzerine yükseldikçe, yükselmişti. Sağ ön ayağı tam olarak başını hizasındaydı. Sadece bileği hafiften Bükülüydü. Sol ayağı da bundan
farklı sayılmazdı. Tam bu sırada biz de Gelmiştik insanların yanına. Atın bu haline herkes göz bebekleri
yerlerinden fırlarcasına bakıyorlardı. Herkes ata bakıyordu. Biz bile selam Vermeyi unutmuştuk. Onlar da bizden çok ata bakıyorlardı satan (zaten)..At Önce haykırmayı bıraktı. Ön ayaklarını yere indirdi. Bizim de yetişmemizle acısı tekrar tazelendi. Sağ ön ayağıyla toprağı eşelemeye başladı. Kafasını yere dikiyordu. Sanki kendisini suçluyordu.Onu aparamadım,ölümden koparamadım diyordu sanki.. Bir taraftan da Acı acı ağlıyordu. Hıhıhııı…Hıhıhııı…Hıhıhııı…At sakinleşince ancak Kendimize gelebildik. Hoş beş ettik. Satan(zaten) manzarayı gördük. Hacı Ağam, o yiğit ağam artık toprağın altındaydı. Birer Fatiha okuduk. Sağ olsun Alagöz’ün Ağa’sı Şaban Ağa
ilgilenmiş, rahmetli onun da arkadaşıymış. Hava sıcak, güz günüdür ceset kokmasın diye bizim gelmemizi beklememiş.Zaten haber alıp almadığımız ya da ne zaman geleceğimizi de biledediği için böyle yapmış. Hem bu cenaze benim de cenazem diye Düşünmüş. Hatırasını yaşatmak için de“ben kardeşimi vurulduğu yere koyarım” demiş. At bu arada inlemeye devam ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse atın üzüntüsü hepimizden üstündü. Bir hayvanın insanların nerdeyse tamamına taş çıkartırcasına böylesine vefası ve sadakati bizi imrendiriyordu. Onun kadar üzülemediğimiz için kendimizden utanıyorduk. Hayranlık kelimesi bile az kalırdı. Doğrusu onun yiğitliği ağamın yiğitliğini geçmişti. Mezara son Topraklar atılmıştı zaten. Üçer-beşer kürekte biz attık.Son birer Dua daha okuduk. Sonra atın inlemesinin arttığını fark ettik. Kafasını kaldırıp indiriyor, sağa sola sallıyordu. Kafası omuz Hizasından aşağıda, ileriye doğru dik dik baktığını gördük. Boşluğa Bakıyordu, boş bakıyordu. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi kafasını Omuz hizasına kadar kaldırdı. Suriye tarafına bakıyordu. Geriye Doğru gerildi. Sağ ön ayağıyla iki kez yeri eşeledi. Görülecek bir hesabı Varmış gibi, derin derin soludu. Sol ön ayağını yere sanki perçinlemişti.Hepimiz nefesimizi tutmuş ona bakıyorduk. O da bunu fark etmiş gibi bir an sola dündü ve manalı baktı bize. Tekrar karşısına baktı. Sanki artık ne yapacağına karar vermişti. Son bir kez düşünüyordu veya gücünü topluyordu. Birden
hepimizin ödümüz koparcasına irkilmemize sebep oldu. Haykırma, bağırma, ağlama, öfke ve nara karışık bir kişnemeyle ortalığı birbirine kattı. Barak Ovası bir kez daha inledi. Barak, Barak olalı böyle ağlayan ata rastlamamıştır. Sınır ötesi onu dinledi. İleri bir fırlayışı vardı ki… Hızlı,öfkeli ve dikkatliydi. Adımlarını attığı yeri seçiyordu. Çünkü öyle eğitilmişti. Her taraf mayın döşeliydi. Oralardan kim bilir kaç kez geçmişti. Artık yolu iyice öğrenmişti. Mayın Tarlasını bitirdi. Tel örgülerin uygun yerinden atladı. Suririye tarafındaydı Artık. O tarafta ne mayın, ne tel örgü, ne de asker vardı. Onlar sınırı Türkiye’ye emanet etmişlerdi. Dost oldukları için değil. Nasıl olsa onlar bekliyor diye düşündükleri ve rahatlarına düşkün oldukları için… Sınırın öbür tarafında, yeşil zeytin ağaçlarının arsında, küçülen ve sonra yok olan beyaz bir noktaya bakmış, dalmış
kalmıştık.Nice (nice vakit) sonra kendimize geldik ve birbirimize baktık ve içimizi çektik.Acaba ne yapmak istiyordu. Veya ne yapacaktı.Varacaktı bu ticareti yapan insanın karşısına, şaha kalkacaktı, pis insan senin gibilerin üç kuruşluk çıkarı için bunlar oluyor diyecekti ve sağ ayağıyla suratına bir tane vuracaktı. Asil bir at olarak, onu eşek cennetine mi yollayacaktı. Öfkesini ondan mı alacaktı. Sonra gidecekti eski sahibinin yanına ona kara haberi verecekti, acısını onunla mı paylaşacaktı. İyi dost olduklarından yeni sahibine o hediye etmemiş miydi kendisini.Sana döndüm diyecekti eski sahibine.Ben herkesi dost seçemem diyecekti kim bilir… Belki de son sahibinin kara haberini, onun Suriye topraklarındaki bütün dostlarına dolaşıp haber verecekti. Sonra da vuracaktı dağlara kendini. Acısını dağlara,taşlara, yerdeki ağaçlara, havadaki kuşlara anlatacaktı belki de… Oldukça dalmıştık. Şaban Ağa’nın “buyurun ağalar köye gidelim” diye seslenmesiyle kendimize geldik. Alagöz bulunduğumuz yerden çağırsak duyulacak kadar şarktaydı (doğudaydı). Yavaş yavaş köye vardık. Sağ olsun Şaban Ağa, atlarımızı sulattı, yemletti ve bizi de yemekledi. Şaban Ağa olayı anlatmaya başladı. - “ Suriye’de işlerini bitirdikten sonra, gafile başı olan Hacı Ağam başta olmak üzere, Tilkerli’yle bizim köy arasında, tel örgüleri ve mayınlı tarlayı geçmişler. Tam artık düze geldik, bu seferi de atlattık derken, bir kurşun sesi duyulmuş ve Kafileden biri vurularak atından düşmüş. Adam da Hacı Ağam beni bırakma diye inlemeye başlamış. Bunu duyan Hacı Ağa diğerlerine siz kaçın başınızın çaresine bakın demiş. Güçlü olduğu için de arkadaşını kucakladığı gibi, atına geri bindirmiş, tutun ve sür diye tembih etmiş. Kendisi de atına tam atlamışken kurşunu yemiş ve yere gırmızı torpağın üstüne güürp diye düşmüş! Gün ağarıncaya kadar da düştüğü yerde kalmış. Hacı Ağa’nın atı da, yaralı sahibinin etrafında iki üç kez kişneyerek dönmüş ve koşmaya başlamış. Gün ağardığındaysa pusu kuran cendermeler ölünün başucuna gelmişler. Köye de haber vermişler. Tetiği çeken jandarma ceseti görünce, ellerim kırılsaydı böyle bir adama kurşun sıkamasaydım diye başına vurmaya başlamış. Birlik komutanı da jandarmaya küfürler savurmuş. Böyle babayiğit adama kıyılır mıydı diye bağırmış durmuş.” Sonra cendermeler bize haber verdiler. Köylüye ve bana Cesedi tanıyıp tanımadağımızı sordular. Ben tanıyorum , siz tutanağınızı tutun cenazeyi ben kaldırırım dedim.. İçim kan ağlayarak cenazeyi kaldırdım. Sonrasına da siz yetiştiniz zaten dedi.
Atlarımız da biz de biraz dinlenmiştik. Öğleye doğru birimizi haberci olarak bizim köye geri yolladık. Şaban Ağa da bizi üç gün misafir etti. Sonra da helalleştik, vedalaştık ve geri döndük.
Emmim Deli Memed, bir nefes aldıktan sonra devam etti. - Benim Hacı Ağam böyle mert bir adamdı. Vurulan adam önce ondan yardım istemiş. Ağam da onu bırakmamış. Halbuki böyle bir durumda kaç kaç başlar. Sözleşmeye ve usule göre, mümkün olduğunca herkes kendini kurtarmaya çabalar. Her seferden önce tembih öyle yapılırdı. Ağam durmasaydı, kimse onu arkadaşını bıraktı diye suçlayamazdı.Ancak o gene de bırakamamış, arkadaşını kurtarmış, fakat kendisi ölmüş. Hayatında hiç kimseyi de satmamıştı. Ölürken de satmadığı gibi, hazır kurtulmuşken kendini, arkadaşı için feda etmiş. İşte yol arkadaşı yoldaş diye Hacı Ağam gibilerine denir. Bugün böyle adam her bin kişiden bir tane dahi bulunur mu? Barak taraflarında adına ağıt yakıldığı da söylendi. Fakat sözlerini bizlerden kimse bilmiyor. Unutuldu gitti haralda (her halde, galiba).
Emmim Deli Memed sözünü bitirdiğinde dakikalarca sessiz kaldık. Doğrusu ikimiz de bu olaydan çok etkilenmiştik. Daha doğrusu ben daha çok etkilenmiştim. Onunki ise tazelenmişti. Bir süre daha ikimiz de, başımız önümüzde, kendi fıstık tarlasının içindeki büyük ve koyu gölgeli zeytin ağacının dibinde elimizdeki çöplerle toprağı kazmaya devam ettik. Epey bir sessizlikten sonra Emmim Deli Memed devam etti.
- Kurt ölünce ortalık çakallara kaldı. Dişlerini göstermeye ve sırtarmaya başladılar. Atın üzerinden indirdiğimiz tütün ve kağıt,harallarını Mustafa Ağam ( Mustafa Kiya ; Mustafa Çağlar) ile ikimiz; Mahmatlı’nın yanındaki Karacaoğlan Höbürü’nün ( Adını ünlü halk ozanı Karacaoğlan’ndan aldığı rivayet edilen kara ve büyük taşlardan oluşan doğal yığın) bir tarafında bir oyumun (çalı oymağı) içine koymuştuk. Hacı Ağa’mdan it gibi korkanlar, o ölünce başlarını kaldırmışlardı. Dert tutasıcalar bizi şikayet etmişler. Cendermeler geldi, biz de tütünün , kağıdın yerini gösterdik. Bunun üzerine Mustafa Ağam ve ben hapise düştük. Memik Ağa’m da ( Memik Kiya ; Memik Çağlar ) yıllarca; hem dört ailenin yükünü sırtlandı, hem de dosta, düşmana karşı dik durarak durumu idare etti.
( Derleme ; Nafi Çağlar MAHMATLI ; Batur Nafiz TANÇAĞLAR )
www.nafiztancaglar.com BATUR’dan / Nafi ÇAĞLAR’dan Hikayeler
* KÜÇÜK HACI AĞA / KÜÇÜK HACI KİYA ; Gaziantep Şehitkamil İlçesi Karayusuflu köyünden Mahmatlı / Hacı Ömerli Oymağı’ndan Büyük Hacı Ağalar Obası’ndan Şehit Hasan Ağa’nın oğludur. Hikayede anlatıldığı üzere 1934’te Suriye sınırında jandarmalar tafaından vurulmuştur.
AÇIKLAMA ; Alagöz köyü ; Gaziantep Barak/Karkamış ilçesinin Suriye sınırındaki köyüdür. Gaziantep il merkezine göre 70 km. güneydoğudadır. Karayusuflu Köyü ise ; Gaziantep Şehitkamil ilçesinin Pazarcık (K.Maraş) sınırındaki köyüdür. Gaziantep il merkezine göre 50 km. kuzeydedir. Kır at ; Alagöz köyünden iki haral (büyük çuval) ile yüklü olarak , Alagöz’den Karayusuflu’ya kadar olan 120 km.lik yolu almış ve yükü indirildikten sonra, arkasına insanları takarak,aynı yolu hiç durmadan geri gitmiştir.Yaşanmış hikayedir.
ORMANDA BİR CEYLAN
( Hikayelerim )
ORMANDA BİR CEYLAN ( Hikayelerim )
Yarım gece bir yolculuktan sonra, tan ağardığında inmiştim arabadan… Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, sahilde yürümeye başlamıştım. Bir süre sonra, çarşının içine doğru yönelmiştim.. İş yerlerinin büyük çoğunluğu açılmamıştı. Çarşı içinden kenar mahallelere doğru yokuş çıkmaya başlamıştım. Sabahın da verdiği dinçlik ile daha yorulmadan, sol tarafta bir düzlük görmüştüm. Burası daha önce görmediğim yerdi. İnsan eli değmiş, fazla da bakımı yapılmamış bir yerdi. Bir kaç harman yeri kadar bir düzlüktü. Etrafında sadece bir kaç ağaç vardı. Anlaşılıyor ki, açık alan oluşturulmuştu. Açık alan diyorum, çünkü burda böyle düzlük bulmak çok zordu. Orta büyüklükte, fazla tanınmamış, fazla da bakımlı olmayan, ancak benim sevdiğim, güzel bir Karadeniz ilçesindeydim. Benim zaten Karadeniz’in bırakın kıyılarını, içlerinde bile sevmediğim bir yer olamazdı. Düzlüğün öbür yanı bir adam boyu kadar yükseklikteydi ve ormanlıktı. Düzlük te, ormanlık ta otluktu. Toz toprak değildi. Zaten bu iklimlerde açılan toprak bile bir yılda tekrar otlanır.. Bu nedenle toz toprağa pek rastlanmaz .Yürümeye başlamıştım. Bolşuğun öbür yanına vardığımda, yarım adam boyunda bir derinliğe sahip, iki üç adamın rahat yürüyeceği bir gediğin olduğunu daha iyi görmüştüm. Sanırım diğer taraflardan bir adam boyundaki yüksekliğe insanların çıkmasının zor olacağını düşünerek bu gediği yaptırmış olmalılar. Fakat gedik önceden doğalında varmışta, biraz da insan eli değmiş gibiydi. Burası da tamamen çeşitli otlarla dolmuştu. Yavaş yavaş yürümeye devam etmiştim. Daha on adım gitmeden etrafıma bir baktım ki, sanki uçsuz bucaksız orman içindeyim sanki. Hemen her zaman yanımda hazır olan makinama sarılmıştım. Pillerini de yerleştirdikten sonra, açmış ve hazır vaziyete getirmiştim. Bu arada Gün ışımaya başlamış, hatta ağaçların arasına dalmaya başlamıştı bile… Hangi ağacı çekeyim, hangi otları veya hangi çiçeği alayım derken yol almaya başlamışım gedikte…Gidiş yönüme baktığımda, sıklaşan çamlarla birlikte çalılıkların da iyice birbirine girdiklerini ve sarmaşıklarla bazı ağaçların da sarmaş dolaş olduklarını görmüştüm. Sol taraftaki küçük bir vadiden akan derenin sağ yamacından bir cılganın güneye doğru devam ettiğini zorla farketmiştim. Bu nemli iklimde Zaten cılga (keçi yolu) zor belli olur. Diğer kurak bölgelerdeki gibi çok belirgin olmaz. Bu güzelim ortamı da değerlendirdikten sonra, daha fazla uzaklaşmak istememiştim. Ormanın içine dalan ve çam ağaçlarını aydınlatan gün ışığı ile gölgelikler içindeki koyu renkli kalan çam ağaçlarının görüntülerini aynı anda makinama sığdırmaya çalışarak, ormanın içinden geri çekilmeye başlamıştım. Bu arada kafamı yukarı çevirdiğimde, ağaçların arasındaki boşluktan çok güzel şekilleri makinada kalıcı hale getirmeye çalışıyordum. “Allah’ım, ağaçların koyu ve açık yeşilleri, gök yüzünün beyazları ve açık mavileri…” diye düşünürken, kafamı sağa çevirdiğim de bir baktıkm ki, çam gövdelerinin ve engin dalların arasından kuzeyde, koyu mavi suları, hem de üzerlerinde açık mavi ve beyaz şekilleri görünce neredeyse kendimden geçecek, şuracıkta bayılacaktım. Yerlerin otlu dikenli olduğuna bakmayacaktım. Zaten biraz da dinlenmiş olurdum. Şu çam dalları araındaki göyüzü boşluklarını şeklini makinama alayım, birazdan o yöne biraz ilerler bol bol çekim yaparım diye hayıflanırken, sol yanımda, birden bir çıtırtı duymuştum. Bir baktım ki, bir genç kız...Her iki elim makinada, makina başım seviyesinde, makinanın yönü gökyüzünü gösterirken, benim de yüzüm kıza yönelmiş bir şekilde kalakalmıştım. Kız da olduğu yerde kalakalmıştı. Anlaşılan odur ki, her ikimizin de beklemediği bir andı. Genç kızı şimdi size iyi tarif edemem. Çünkü o anda ne yapacağımı düşünüyordum hızlıca...Hem de ışık hızından fazla bir hızla... „Bir ceylan ormana dalacaktı, tam gediğin girişindeydi. İçerde ben ise, iri yarı, kara yağız, orta yaşlara ulaşmış bir adam. Bu kızın burda ne işi var. Eminim ki ; o da bu adam da neyin nesi diye sormuştur kendi kendine. Hem de buraların özelliklerine uymayan değişik bir tip demiştir benim için... Bunu korkutmamk için ne yapmalıyım derken... » birden şimşekler çaktı. « Az önce cılgının devamını merak ederken, ormanın ilerisine doğru kafamı kaldırıp baktığımda bir iki ev görmüştüm.Orası bir köy olmalı ve bu kız da o köye bu yoldan gidiyor olmalıydı... » Bu ceylanı ürkütmemek lazımdı. Hemen kuzeye yönelmeliydim. Yok yok olmaz. Bu şekilde ormanın tam çıkışına doğru gitmiş olmam, bu durumda ceylan ürker. Durmadım kuzeybatıya doğru yürümeliydim. Bu yön ormanın çaprazdan çıkışına götürürdü beni. Ceylan da ormandan çıkma eğiliminde olduğumu anlarsa, ormana rahat dalardı. Onun ilerleyeceği doğrultu ile benim ilerlediğim doğrultunun birleşeceği yerde bir dar açı olacak şekilde hesabımı iyi yapmalıydım. Aynı zamanda aramızdaki mesafe ise hızla artar ve ceylan rahatlardı. Öyle yapmıştım, bir süre beni, bir adımı öne atmış ve öylece kalmış olarak izleyen genç kızın ormana doğru hızla ilerlediğini farketmiştim. Ceylan ürkmesin diye dönüm arkama bile bakmamıştım...Fakat o’nun defalarca baktığını hep birlikte tahmin etmemiz zor olmasa gerek...Şahsımı da tebrik etmek artık size kalmış...Saygılar...
Batur Nafiz TANÇAĞLAR
" Nafi Çağlar Budunlu "
Olay Tarihi ; 2006
Kaleme Alma Taarihi ; 12 Eylül 2011 / İstanbul
www.nafiztancaglar.com
GEZİ YAZILARI
İstanbul’dan Gaziantep’e 80 Dakika
GEZİ YAZILARI
İstanbul’dan Gaziantep’e 80 Dakika
Uçak harekete başladı. 07:57. Geri çıktı ve kanatlarını açarak uçuşa hazırladı. Sol tarafta gözetleme kuleleri…Uçak uçuş yoluna çıktı. Kaptan , Beykoz ve Yalova üzerinden geçeceğimizi ve yardımcı kaptanın işe bu gün başladığını söyledi.Uçak sağa döndü ve durdu. Sol karşı yukarıda iki uçak ard arda bize doğru yaklaşıyor. Önden gelen bir yük taşıma (kargo) uçağı yere inişe geçti. Arkadaki uçak ta yaklaştı iyice. O da inmeye başladı. Kaptan çalışanları uyardı oturmaları için. Solda bir uçak daha iniyor. Yolcu uçağı. Bizim uçak tekrara sağa döndü ve durdu. Uçak birden hızlandı, daha da hızlandı. Yerden ayrıldı. Sol tarafta İstanbul’un Küçükçekmece ilçesi. Onun devamında Avcılar… E-5’i geçtik. Gültepe, Yeşilova ve Cennet Mahalleleri… Sol karşıda Marmara’nın kuzey kıyıları Avcılar’a doğru uzanırken, kuzeyinde bağlantı ile birlikte K.Çekmece Gölü’nün güney bölümü aynı anda görülebilmektedir. Tepeüstü ve Kanarya… Marmara’nın kuzey kıyısından kuzeye doğru bağlantı ve K.Çekmece Gölü ve çevresi tamamen ortada…Allah’ım ne güzel bir doğa ve bu doğaya sahip olan ne güzel bir şehir İstanbul…Gölün tam kuzey ucu Firüzköy…Ve Yarımburgaz aklıma geldi hemen ve de mağaralar … İstanbul’un en eski yerleşim yeri.Aynı zamanda dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisi…Burayı kuranlar arasında TRAİLER diye bir topluluk olduğunu da kaynaklardan öğrenmiştim… Bu, araştırmaya değer önemli bir bilgi.
Bu arada uçak hem ilerlemeye hem de yükselmeye devam etmekte. Yoğun bir sis içine doğru ilerliyoruz. Sis sarı renkli…Sadece en alt yerdeki evler görülüyor. Uçak yükselmeye devam ediyor. Bulutların üzerindeyiz…Güneş ışınlarının bulutlar arkasından oluşturduğu aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Bir kış vaktinde, düzlük bir alanda, alabildiğine kar var gibi. Bulutlar karşıda çizgi halinde kesiliyor. Sahil mi ufuk mu belirsiz. Güneş ışınları bulutlara üstten vuruyor. Parlayan kar sanki…Sol kanat, önüme, kapkara uzanmış ve beyaz bulutları bir ölçüde engelliyor. Uçak sola yattı biraz.Uçsuz bucaksız ve de ufuksuz bembeyaz bulutlar…Kanat tekrar düzeldi. Bembeyaz bulutların arasında kapkara kanat ve kanadın gerisinde çıkıntı halinde uzanan yıldırımlıklar (çubuklar) çok değişik görüntü oluşturuyor. Uçak biraz sağa yöneldi. Havada bulutların varlığı hiç belli olmuyor. Sanki bir tarlayı kışın kar kaplamış gibi.Bulut yüzeyleri daha da düzleşmeye başladı. Yemek geldi. Ben dalmışım şimdi, yemek derdinde değilim. Yine de yemeği aldım…Kaşar peynirli ekmek arası ve portakal suyu aldım.Hava daha da açıldı. Yansıma arttı.Aydınlık arttı.Bulut yüzeylerinin daha da düz olduğu yerlerdeyiz. İleride bazı yerlerde daha beyaz küçük tepecikler halinde bulut görüntüleri var. Güneş ışınları kanada vuruyor ve yansıma oluyor, siyah olmasına rağmen. Tam kanadın gerisinden görünmeye başlayan karlar arasındaki buz gölü halindeki görüntüyü seyrediyorum. Oysa onun ilerisi dağ imiş. Göz yanılmasıymış…Sanırım Yalova’nın doğu tarafında dağa doğru gidiyoruz. Bu durumda Marmara körfezinin doğu ucu üzerindeyiz demektir.Dağ üzerinde çok az yerlerde beyaz sis yoğunluğu var. Tam altta vadiler tam sisli…Dağların daha çok yeri görünmeye başladı. Güneşli bir kış günü dağın kuzey eteğinde kar var gibi duruyor beyaz bulutlar. Dağ yüzeyi (yeryüzü) boz ve beyaz renkli.Düz yerleri boz, çetin yerleri ise beyaz…çıplak tepeler…Seyrek sayıda köyler…Bu arada oldukça ilerledik…Ankara sınırlarına mı girdik acaba? Bu görüntü Karadeniz (Bolu) sınırları olamaz.Sol karşısı biraz yeşilce…Onun ötesi beyaz bulut…Daha ötesi de belli belirsiz ufuk..Dağ üzerinden aşan köy yolları çok açık belli.Köyler sıklaştı. Dağ havzasında büyük bir yerleşim yeri var…Coğrafya olarak İç Anadolu olduğu belli. Geçen zaman olarak ta yine öyle olmalı…Burası Ankara’nın kuzeyi mi? Kaptan konuşuyor. – Sayın yolcular Ankara üzerindeyiz. (tesadüfe bakın) .Uçuşa geçelimiz yaklaşık 30 dakika oldu.10700 m. yükseklikteyiz. 830 km/saat hızımız var. Nevşehir ve Kayseri üzerinden Gaziantep’e ulaşacağız. G.Antep yoğun bulutlu. Araba kullanacak olanlar dikkat ediniz lütfen.(ben kullanmayacağım, sorun yok). Boz tepeler üzerinde kırık kırpık beyaz bulutlar aralıksız uzanmaya başladı. Şimdi tamamen bembeyaz her taraf. Ta paralelde kar uzantısı var deniz renkli.Uçak sağa biraz yönelirken, sol kanat biraz yukarı yükseldi. Sağ yanımdaki adam başını geriye yaslamış uyuyor. Beyaz saçlı beyaz bıyıklı bir adam…Onun sağındaki adam sol eliyle telefonla oynuyor. Gözlüklü ve sevimsiz biri…Uyarsam kavga etmem gerek…ne yapmak gerek ? Sol yanım hala düz, beyaz bulutlar…Üzerlerine çizikler atılmış gibi.Bazı yerlerinde çizikler hem kalın, hem uzun.Sol tarafıma bakmaktan boynum ağrımış.Kendimi biraz toparlayayım derken, elimdeki defteri ayaklarımın dibine düşürdüm. Zorla aldım. Aydınlık biraz azaldı. Bulutların üst taraflarında biraz sis var gibi. Beyaz görüntünün öbür yanı mavi beyaz karışım bölge var. Bir hat şeklinde paralel uzanmış ufukta.Başımı öne eğmekten de sırtım ağrımış. Boynumun arkası da…Çünkü iki camın arasına denk gelmişim. Sol cam kenarı istediysek tam cama denk getirseydi daha iyi olurdu. Yer tekrar görünmeye başladı kanatların altından. Yüksek olmayan tepeliklerde düz tarlaların sınırları belli. Koyu sarı renkliler…Bazı tarlalar gri veya boz renkli.Beyaz bulutlar bize göre dikine doğru kapatmış dağın belenini…Ancak hemen devamında dağ ve tepeler görülebiliyor. Kasaba büyüklüğünde bir yer var. Elbette bilmek zordur. Düz tepelerin devamı dağlık alan. Biraz ağaçlık, biraz yükseklik ve pürüzlü yerler…Dağ yükseliyor ve dağda bir tepe daha da yükseliyor. Tepenin tam üstü kar…Ancak karla tam kaplı değil. Zirveden aşağı doğru beyaz çizgiler halinde…İlerisi büyük bir yerleşim yeri. İl mi ilçe mi anlayamadım. Bu zirve Erciyes’mi desek, Kayseri’nin görünmesi lazım ve çok daha büyük…Yoksa ben mi tam göremedim? Tepeden sonra düzleşmeye başlamışken, tekrar tepeler başladı.Ancak bu tepeler daha alçak ve karsız. Girintili çıkıntılı tepeler iyice arttı. Çukur yerlerinde köyler, kasabalar var..Dağ yolları beyazımsı uzanıp gidiyor.Köy yolları boz zeminin üzerinde biraz daha açık renkli çizikler gibi, bir birleşiyor,
bir ayrılıyor. Tepelerinin yamaçlarının yeşil olduğu yere doğru ilerliyoruz.Kayseri-K.Maraş arası coğrafya…Kayalıklar ve çalılıklar…Doğu Toroslar’a kuzeyden girdi-ğimizin işareti.Girintiler çıkıntılar keskin.Vadiler derin.Dağlar sarp.Tam tepeler tam çıplak ve kaya. Çukur yerlerde az veya çok mutlaka yeşillik var. İşte bu Toros… Uçak sürekli alçalıyor. Küçük ve çukur havzada yer dümdüz. Yeşillik artmaya ve ormanlık görülmeye başladı. Bir büvet (baraj) kuzey ucundan göründü. Kesin K.Maraş sınırlarındayız. Bu büvet kıvrım kıvrım uzanıyor güneye doğru. Sanırım Arslantaş Büveti’dir.Etrafı yeşil, karşısı dağ, alt taraf düzlük.Bu soldaki yerleşim yerlerini bilmem lazım. Kasaba Tokmaklı, ilçe de Andırın olmalı. Hemen düzlüğe geçerken dağın doğusunda görünen ilçe Türkoğlu olmalı. İleride Kahramanmaraş ahır Dağı’nın güney eteğine yaslanmış olarak duruyor. Hemen batısında Sır Büveti (Sır Barajı) ve kenarında Sütçü İmam Üniversitesi görülebiliyor. Görevli reklam amaçlı açıklamalar yapıyor.Uçak yol almaya devam ederken ortasında batıdan doğuya doğru uzanan düzlüğün üzerine geldik. Gaziantep il sınırlarına geldiğimiz anlaşılıyor. Bu yol ise TAG ( Tarsus Adana Gaziantep karayolu )… Kömürler ilçesi görünmüyor, fakat sağ tarafta olduğunu biliyoruz.Az ileride/önde Sakçagözü…Sol karşıda Narlı ve az ötesinde Pazarcık ve hemen yanında Kartalkaya Büveti… Sof Dağı’nın Zirvesinden geçiyoruz. Tam altta olduğu için göremiyoruz. Eski Gaziantep-Adana yolunun 20-30 km. si üzerindeki köyler. Gaziantep – K.Maraş eski karayolu da görülebilmektedir. Hava parçalı bulutlu ve 17 derece. Eğer hava tam açık olsaydı Gaziantep-Adıyaman yoluna kadar her yeri görebilirdik.Altta Cerit Vadisi’ne yerleşmiş köyleri ve beyaz taş ocaklarını iyice tanıdım. Sof Dağı’nın kuzey eteklerini oluşturan bu bölgede Amasya elmasına benzeyen küçük ve çok güzel al elmalar yetişmektedir. Uçak sola yattı. Birden kıraç tepelerdan yansıyan ışınlar gözlerimi aldı. Tepeler , yamaçlar ve tarlalar.Düzlükte koyu kahverengi toprakları olan tarlalar. Çok verimli topraklar…Sof dağı’nın güney ve güneydoğu eteklerinde yer alan bu topraklarda ; iri beyaz tatlı elmalar, badem, ceviz, armut ve Türkiye’nin en güzel üzümleri yetişmektedir. Gaziantep güneybatı ucundan göründü. Şahinbey ilçesine bağlı Karataş Bölgesi ve Gaziantep Üniversitesi solda görünürken, altta G.Antep – Kilis yolu…Şehir merkezi koyu kurşuni...Uçak tekrar sağa kıvrıldı ve yükseldi. Kilis yolu tarafından Oğuzeli soldan görülebiliyor. Güneye Barak Ovası’na doğru gidiyoruz. Barak ; Gaziantep şehir merkezinden güneye doğru 70-80 km. uzanan batıdan Kilis şehir merkezinden 100 km. kadar doğuya Fırat nehrine kadar uzanan ovanın adıdır. Türkiye’de dünyada kendine has uzun havası ve halk oyunları olan özel bir kültüre sahip bir topluluktur Barak…Barak Ovası ; koyu kırmızı ve kahverengi topraklarıyla dünyanın en verimli toprak yapısına sahiptir.uçak sürekli sağa kıvrılıyor. Şimdi sola yattı ve sola kıvrılmaya başladı. Zeytin ağaçları, incir ağaçları, fıstık ağaçları ve üzüm tiyekleri iyice belli…Uçak gölgesi fıstık tarlalarının içinde doğuya doğru ilerlemekte… Nerdeyse ağaçların meyvesini fark edeceğiz. Barak Düzlükleri’ne serpilmiş
onlarca köyün üzerinden geçtik. Bir sıradan gitmediği için köyleri bilemedim. Zaten burası Gaziantep’in güneyidir, benim köyüm ise kuzey tarafta…Taşların renkleri bile belli oluyor artık. Taşların beyaz olduğunu görebiliyorum. Kaptan uyardı. Uçak hızla alçalıyor. Ağaçların bütün çaşitleri ayırt edilebiliyor. Sol altta Sazgın köyü…Hava alanı bu köyün sınırları içinde…Bu köy de Oğuzeli ilçesine bağlı.Kavak ağaçları, yeşil bostanlar…Koyu kahverenkli humuslu toprakları olan tarlalar…Söğüt ağaçları…Sazgın Suyu ve yanlarında sazlıklar…Uçağın altına kavak ağaçları değecek sanki. Kilis – Oğuzeli yolunda taşıtların markaları bile anlaşılabiliyor. Hava alanına bağlantı yolu hemen solumuzda ve altta. İniş yolu göründü. Uçak inmek üzere ve yere temas etti…Düzgün yavaşlayarak yüksek ivme ile durdu. 09:27
16 Kasım 2013
Nafi ÇAĞLAR
GAZİANTEP 2. İSTANBUL’DUR.
Gaziantep’i sözüm ona övmek için “Güneydoğunun Paris’i ” diyenleri çok
duymuşsunuzdur. Hatta coğrafyayı biraz daha genişleterek “Doğunun Paris’i “
diyenlerin de sayısı az değil.Ayıntap 17.yy.da Osmanlı Cihan Devleti’nin Şam
eyaletine bağlı Halep Sancağı’nın önemli bir kazasıdır. İpek yolu üzerindedir.
Bu nedenle önemli ticaret merkezi durumundadır. Bununla birlikte kültür, sanat
alanlarında, geleneksel el sanatlarında oldukça ilerlemiştir. Hatta Ayıntap’a Küçük
Buhara yakıştırması yapılmaya başlanmıştır. 19.yy. ve günümüze kadar da bu
özelliklerini korumuştur. Paris ise moda ile koku imalatıyla ve batının bazı sanat
alanlarıyla kendisini tanıtmış bir şehirdir.Bu koku olayını da ayrıca araştırmanızı
öneririm. Ayıntap ile Paris’in uzaktan yakından bir ilgisinin olduğunu söylemek
mümkün değildir.Bir benzerliğini söylemek te… Zaten mesafe olarak ta çok uzak
Peki buna rağmen niye Ayıntap’a Paris benzetmesi yapılmıştır. Bunu şu şekilde
açıklamak gerekir. 19.yy. da Osmanlı artık kendine özgüvenini yitirmiş ve aşağılık
duygusuna kapılmaya başlamış insanlarla dolmuştur.Özellikle 19.yüzyılın ikinci
yarısında Osmanlı sözde kendini yenilemek için; Avrupa ülkelerine –Fransa başta
olmak üzere – öğrenciler göndermiştir. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu , bütün
masrafları Osmanlı tarafından karşılanırken, onlar orada Fransızlar’ın hizmetine
derecede Fransız hayranlığı ile uğraşmışlardır. Kafalarını da bu yönde yormuşlardır.
Bu insanlar İstanbul’a dönünce, sözüm ona kimisi şair, kimisi yazar, kimisi yönetici
olmuşlar ve hayran oldukları Fransız kültürünü Türkler arasında yaymaya başlamışlardır.
Bunlara Paris’i hiç görmemiş gönüllü hizmetçilerde katılmışlardır. Yani yozlaşmanın öncülüğünü yapmışlar ve Türk Kültürü’ne ihanet etmişlerdir.Bunlar bir dönem yani
yüzyıllarca Avrupalı’ya karşı Fransa’yı Türklerin koruma altında tuttuklarını unutacak
kadar kendilerini kaybetmişler ve zavallı duruma düşmüşlerdir. Ne acıdır ki -bu Türk
Kültürüne zarar veren- bu şair ve yazar dedikleri insanların birçok yazıları, şiirleri
Günümüzde öğretmenler tarafından öğrencilere ders olarak okutulmaktadır.
Elbette ki, Bu işte birinci sorumlu tepedeki yönetim anlayışıdır.
Bunların sonucu olarak 19.yüzyılda çok Türkler çok yoğun olarak Fransız
Kültürünün etkisi altına girmişlerdir. Bunun sonucu olarak Fransız modası başlamıştır.
(Moda kelimesi de Fransızca) Bu hayranlık halka kadar inmiştir. Paris’i ziyaret etmekte,
onlar için önemli olmuştur. Paris’i görüp, daha sonra Türkiye’ye gelince, Ayıntap’a yolu düşenler veya ününü duyanlar Ayıntap’ı Paris’e benzetmiş olmalılar diye düşünüyorum.
Bu deyim ise daha sonra yaygınlaşmış olmalı. Bunu söyleyip yaygınlaştıranlar, doğuda
bir yerde olduğu içindir ki, Ayıntap’ın gelişmiş olmasını şaşkınlıkla karşılamış olmalılar. Günümüzde bile bu ön yargı böyle değil mi ki ? O günün insanlarını şaşırtan Ayıntap’ı gözlerinde büyüttükleri Paris’e benzetmeyi bir şey yaptıklarını zannetmiş olmalılar.
Yoksa bu 1920-1921 yılları arasında Ayıntap’ı işgale gelen Fransızlar, teslim olmayan
halkın 12000 bin nüfusunun yarısından fazlasını şehit ederken, Ayıntap’a 70 bin top
mermisi atarak iki katlı bina bırakmazken, böyle harabe ettikleri bir şehri Paris’e
benzetecek halleri yoktu elbette. Bu benzetmeyi yapanlar olsa olsa bizim zavallı
hayranlar ( bize hala günümüzde geçmişin fikir adamları olarak sunulanlar) olabilir.
Zamanla bu deyim ise benimsenmiştir. Oysa bu benzetmeyi yapanlar ; bir zamanlar Avrupa’nın güçlü devletlerinin elinden kuratması için Fransızlar’ın Osmanlı Türk Devleti yalvardığını akıl edemyecek kadar akıllarını kaybetmiş olmamlılar. Osmanlı tebası olanlar sözde bu Türkler kimbilir Jöntürkler’dir. Zaten Jön kelimesi de Fransızcadan Türkçeye geçmiş “yeni” anlamına gelen bir
kelimedir. Bu, söz de yeni Türkçüler için Yeniliği Fransız hayranlığında ve de
taklitçiliğinde aramışlardır kim bilir. 1800-1900 yılları arasında Fransızca’dan
Türkçe’ye bir çok kelimenin geçmesi ve halen dilimizi kirletiyor olması da bu
hayranlığın ve taklitçiliğin sonucu olsa gerek. Günlük hayatta “sağ ol” yerine
mersi, “af edersiniz, özür dilerim, kusura bakmayın, yanlışlıkla oldu, bilmeyerek
oldu” anlamlarında pardon, hatta; bakar mısınız, bir şey söyleyebilir miyin, beni
dinler misiniz anlamında ve anlamı dışında da kullanmaktadırlar bu itici kelimeyi.
Tuhaf değil mi ? Bu kelimenin günlük hayatta çoğumuzun şahit olduğu, gülünç
şekillerde kullanışlarına deyinmek lazım. Çekilir misin, ileri gider misin, geri
gelir misin, bakar mısın, dinler misin, susar mısın, konuşur musun, oturur musun ,
kalkar mısın, yatar mısın, güler misin (!) ağlar mısın (!)….Daha say sayabildiğin
kadar. Demiryolu ulaşımındaki “katar” yerine tren, “durak” yerine istasyon,
“hat” yerine ray vb. bir çok kelime…Diğer alanlardaki “elbiseci” yerine mağaza,
“güncel” yerine magazin, “süs eşyası yerine” butik, “mektep (bu da Arapça)”
okul, “yeni bakış” yerine ekol….Sinema,…….gibi daha bir çok kelime…
Bir de akıllarla durgunluk verecek, akıl karı değil diyeceğimiz kelime
kullanımlarına bakalım.Kahvaltılık yiyecek satan yerlere domuz kasabı anlamına
gelen şarküteri ( ne bağlantısı varsa) denmiştir.Müslüman mahallesinde salyangoz
satar gibi. ( Zaten Türkiye’den salyangoz ihracatının başını Fransa çekmektedir.).
Bu şarküteri adını tekel ürünleri satan yerlerde, hazır yiyecek veya ayak üstü yiyecek
satan yerlerde ve daha bir çok iş yerlerinde görebilirsiniz. Bir gün bir kenar mahallede
yürüyordum. Küçük bir alış veriş merkezi veya büyük bir bakkal adı şöyle idi.
“Köyüm Şarküteri”. Evimden çok uzakta olduğum ve fazla et yemediğim halde
özellikle içeri girdim ve et sordum. Yoktu!!!.Geçenlerde bir de ne göreyim İstanbul’da
bir ekmek satan yerin üzerinde sadece şu yazıyordu “şarküteri” yani sadece domuz kasabı.Yani siz ekmeği (somunu) domuz kasabından alıyorsunuz. Galiba adamlar,
ekmeğin içine domuz eti özümseterek daha çok besin almaları (!) için halka fazladan
hizmet (!) veriyorlardır da (!), biz bunu kıymetini (!) bilemiyoruz.Bu adı kasaba verseler
dersin ki ; müslümana domuz eti haramsa da sonun da et satıyor. Ben ömrüm boyunca
şarküteri simin et satan yerde sadece bir kere görebildim.!.
Daha ilginçlikler devam ediyor.Hem giysi, hem “ayak yolu” yerine tuvalet kullanılmıştır.
Saçmalığa bakınız. Fransızlar “giyeceğe de” tuvalet diyorlar.Gidip pisledikleri yerlere de
Tuvalet diyorlar. Türk kültüründe elbise (don) ile ayak yolu arasında bir bağlantı biliyorsanız siz söyleyin.Galiba Fransızlar ihtiyaç için gittikleri zaman , elbisenin üzerini kullanıp (!), sonra da o elbiseyi giyiyorlar (!). Mizah bir yana orta çağ ve yeni çağda , hatta yakın çağda
Frenklerin ( sonra Fransızların) saraylarındaki belli yerlere dikilmiş kuş tüylerini araştırılarsa,
ayak yolu ile bağlantısının gerçek cevabını bulabilirler.
Ayrıca bizlerin kaba olarak kullandığı lan, ulan kelimesi de Farnsızca da “eşek” demektir.
Yani günlük yaşantımızda herkes herkese eşek diye hitap ediyor..Severek te , kavga ederek te…Bu nasıl iştir anlayamadım.bu toplumdaki nasıl mantıktır çözemedim.
Peki siz buna bir mantık bulabiliyor musunuz. İşte, şu anda hayatımızın gerçeği olan bu durumlar ne kadar saçma ise, Ayıntap’a Paris demek te o kadar saçmadır. Taklitçiliğin bizi getirdiği boyutları artık siz düşünün...Günümüzde bu benzetmeyi yapanların mantığını da, alışılagelmiş deyimi tekrar etmeleri ve genel kültür zayıflığıyla açıklamak mümkündür. Nedense Ayıntap’ı Paris’e benzetenlerin, dünyaya 500 yıl başkentlik yapmış, hem de Türk şehri olan , hem de kendi yaşadıkları şehir olan İstanbul akıllarına gelmemiştir.
Bize göre “ Gaziantep 2. İstanbul’dur.”
1) İstanbul ; Türkiye’nin , Gaziantep ise doğu ve güneydoğunun en kalabalık ilidir.
2) İstanbul ; Türkiye’nin iş ve ticaret merkezi, Gaziantep ise doğu ve güneydoğunun iş
ve ticaret merkezidir.
3) İstanbul ; Türkiye’nin kültür merkezi , Gaziantep ise doğu ve güneydoğunun kültür merkezidir.
4)İstanbul ; Türkiye’nin sanayi merkezi, Gaziantep ise
doğu ve güneydoğunun sanayi merkezidir.
5)İstanbul ; Türkiye’nin her yerinden göç alan bir şehir iken, Gaziantep ise Doğu ve güneydoğunun her yerinden göç alan bir şehirdir.
6) Hatta bu göç ile ilgili olarak Gaziantep’in sizi şaşırtacak birkaç özelliğini de sıralamak isterim. 1) İstanbul batıdan göç alan – Gaziantep istisna- tek ildir. Gaziantep batıdan da
göç almaktadır. 2) Gaziantep Akdeniz bölgesi illerinden de göç almaktadır. Bu iller; Kahramanmaraş, Osmaniye ve Hatay 3) Gaziantep iç Anadolu’dan bile göç almaktadır.
Örnek ; Sivas 4) Gaziantep son 20 yıldır yurt dışından da göç almaktadır.
Örnek ; Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Kuzey İran ve Kuzey Azerbaycan.
Ayrıca Gaziantep’in Türkiye’de ve dünyada kendine has özelliklerini sadece başlıklar
halinde yazsak bir sayfa yer kaplar. Bizim buradaki önceliğimiz, Gaziantep’in ; Paris’e benzemeyen , İstanbul’a benzeyen yönlerini ortaya koymaktır.
Şimdi sorarım size sevgili okuyucular ;
Gaziantep doğunun, güneydoğunun Paris’i mi , yoksa İstanbul’u mu ?
Cevap ; elbette “GAZİANTEP DOĞU VE GÜNEYDOĞUNUN İSTANBUL’UDUR.”
Diğer bir deyişimizle “GAZİANEP TÜRKİYE’DE 2. İSTANBUL’DUR”
Nafi Çağlar Mihmadlı
İstanbul / Nisan 2012